29 Kasım 2010 Pazartesi

Günün Düşündürdükleri 29 Kasım 2010

Dışarıda pırıl pırıl ve sıcak bir hava. Lodos var ama başağrısı yok. Dolayısı ile keyfim yerinde.
Nişantaşı’nda işim vardı. Sabah yine son dakikada yetiştim ve işimi saat 11:00de bitirdim. Şu anda saat 13:45 ve arada geçen zaman nefes kesecek güzellikte ve sukünette zihnimde yer aldı.
İşim bitince kendimi önce Yargıcı’da elbiselere dokunurken buldum. Artık birşeye ihtiyacım yok diye düşünüyorum. Ancak güzel şeyler görmek ve dokunmak bana herzaman çok iyi gelmiştir. Bugünde duygular ve etkisi aynı idi. Sıcak kahve tonları, uçuşan kumaşlar, kahve ve mavinin enfes karışımları. Buyılki modellerinin estetik yönü çok güçlü. Hem yalın, abartısı yok, hemde göze ve gönle hitap ediyor. Bana üniversite yıllarımı hatırlattı bu sabah ki Yargıcı gezim. Vogue dergisini alırdım. Tek sebebi içindeki güzel fotoğraflara, güzel insanlara ve taşıdıkları kıyafetlere bakmak. Öylesine bir keyifti ki bu sanki tüm kıyafetleri teker teker giyerdim. Bugünde aynı hazzı aldım.
Sonra kendimi Starbucks’ta buldum. Nişantaş Starbucks’ı ilk kez çok sevdim. Kalabalık değil. Cam kenarında rahat bir koltuğa yerleştim. Hem etrafım aydınlık, hem ben içerideyim. Rüzgardan etkilenmiyorum. Zevkle çayımı içtim. Kitabımı okudum. Düşündüm. Ajandamı toparladım. Bir iş görüşmesine gidecek olan arkadaşımı dinleyerek ona destek oldum. Sürekli bu yaşadığım anlardan aldığım keyif ve içimde hisettiğim mutluluk için evrene teşekkür ederek 1 saat geçirdim.
Bundan sonrası İstanbul’da gerçekleştirdiğim bir ilk. Metroda iken bunca yıldır hiç istasyon kaçırmamıştım. Bugün kitabıma daldım ve bu ilki başardım. Günün kitabı “Hayatınızı Değiştirecek Bilgelik Öyküleri”. Dr. Yaşar Ateşoğlu tarafından derlenmiş kısa kısa öyküler. Okuduğum öyküye öyle dalmışım ki başımı kaldırdığımda 4. Levent’e varmak üzereydik. Eh herşeyin bir ilki var. Öykünün keyfi, kendi durağımda inmek ihtiyacımdan daha ağır basınca böyle eğlenceli anılar oluveriyor.
Evin dışında geçirdiğim bu süre Metrocity’de ki canlı müzik performansı ile taçlandı. Yeni açılan katta 3 müzisyenden oluşan bir orkestra Fransız chansonları çalıp söylüyordu. Dans edesim geldi. Yanımda bana kavalyelik edecek birisi olsaydı uçuşarak, döne döne o boş alanda dans etmek isterdim. Metrocity sakin, müzik şahane. Sokaktaki zamanıma nefis bir kapanış oldu.
Bugün bana mutluluğumu içimde taşıyabildiğim için ne kadar şanslı olduğumu tekrar hatırlattı. Gördüğüm herşey gözüme güzel göründü. Her tad zevk Verdi. Günün geriye kalan süresini düşünürken daha da çok mutlu oldum. Ne güzel, eski bir iş arkadaşı ile kahve, sonra yoga.
Tüm sevdiklerim; içinizdeki mutluluğu besleyin. O zaman tüm zorluklarına rağmen hayat hep ağzınızda ve yüreğinizde güzel bir tad bırakıyor.

24 Kasım 2010 Çarşamba

Günün Düşündürdükleri 23 Kasım 2010 - II-

Bir hayalim var. Laptopum elimde havaalanına gideceğim ve orada tüm bir günü geçirip gördüğüm insanlar, gözlemlediğim dinamikler, bende tetiklediği duygularla ilgili yazacağım. 4 yıldır, Kerem’i her uğurlamaya veya karşılamaya gittiğimde bu fikir aklıma gelir. Şimdi Starbucks’ta oturmuş, çalışıyorum. Birden aklıma bunu burada da yapabileceğim geldi. O kadar değişik insanlar gelip gidiyor ki. Etiler Starbucks bir öğrenci cenneti. Üniversite açıkken burada her zaman gençlere rastlarsınız. Arkadaki büyük masalarda sanırım çoğunlukla proje ekipleri oturur. Ön taraflara doğru yalnız başına çalışanlar yer alır. Şu anda yanımdaki masada bir öğrenci çalışma kitapçığını açmış, elinde kalemi, soruları cevaplıyor. Hemen onun yanındakinde bir kişi daha. Üstelik ikinci söz ettiğim, kitabı ile gelmişti. Fakat kağıt/defter getirmeyi unutmuş. Bir ara baktım kalktı, onun önünde çalışan masadan kağıt istiyor. Gelelim son sözünü ettiğim masaya. Iki kişi masaları birleştirdiler, laptoplarını açtılar ve ellerindeki çalışma kağıtlarındaki soruları beraberce cevaplıyorlar. İlk geldiklerinde masanın uçlarında oturuyorlar ve yüksek sesle, sürekli konuşuyorlardı. Şimdi yanyana oturmuşlar ve aynı hızla çalışıyorlar. Tam karşımda sıkıntılı bir genç var. Niye geldiğini çözemedim. Birisini bekler gibi bir hali var. Uzun süre dikkatle etrafını seyretti. Sonra baktım gözlerini yere dikmiş, derin derin düşünüyor. Şimdi cep telefonu ile ilgileniyor. Mesaj yazmadığına eminim çünkü parmaklar hızlı hareket etmiyor. Birini mi bekliyor, mesajına cevap mı bekliyor. Oturuşunda sıkıntı var, mutsuzluk var, fazlasıyla düşünceli. Kendi kendine bir melodi mırıldanıyor, sanırım sesinin duyulduğunun farkında değil. Dışarıda korkunç bir fırtına ve yağmur , içeride sıcak kahvelerimiz ve biz. Dışarısı karanlık ve soğuk, içerisi aydınlık ve sıcak. Tezatların ortasında yaşanan hayatlar. Birsürü farklı hikaye. Aynen İstanbul Modern’de ki fotoğraf sergisi gibi. “Göründüğü Gibi Değil” düşündürücü ve kışkırtıcı bir sergi. Hepinize öneririm.

23 Kasım 2010 Salı

Günün Düşündürdükleri 23 Kasım 2010

Hayatımda iş kırmadım. İş kırmak, sorumluluktan kaçmak mümkün değildi. İşe hasta da olsan gidilir. Başladığın şeyler bitirilir. Yarıda bırakılmaz.
Ama bugün ritm dersini kırdım. Evet itiraf ediyorum. Saat 5’e doğru içim sıkışmaya başladı. Gitmemek  fikri zihnimi tırmalamaya ve hafızam yerine gelmeye başladı. 15 günde elimiz yavaşlamasın, ritm duygumuz gelişsin diye verilen egzersizleri yapmadığımı hatırladım. Notlarımı çıkardım, denemeye başladım. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, hergün 15 dakika çalışmış gibi gözükmek için ½ saatin yetmeyeceğini farkettim (yani kendi kendime itiraf ettim). Ve ders kırmaya karar verdim. Şimdi bunu Rana’ya itiraf etmek için hazırlanmalıyım. Offf, terlemeye başladım bile.  Ne utanç verici.
Hayatta yapmak istediğim çok şey var. Ama onları yalnızca belli zamanlarda ve saatlerde yapmak istiyorum.  O zaman dilimi haricinde, tek başıma ilave bir şey yapmam istendiğinde benim için külfete dönüşebiliyor. Sanırım bu da öyle birşey oldu. Yani 15 dakika bile olsa hergün çalışmak sanki dünyanın sonuymuş gibi geliyor. Aslında bu yaptığım hobide yalnızmıyım değilmiyim faktörü tarafından da etkileniyor. Her ne kadar kendi kendime vakit geçirmekten çok haz alsam da, hobilerim başkaları ile birlikte yapmayı sevdiğim şeyler.  Kalabalık olmayacak, fakat beni motive edecek, yanımda olacak insanlarla zevklerimi paylaştığımda çok keyif veriyor.
Geçmişime dönüp baktığımda da hep böyle olmuşum. (Yani yaşın getirdiği birşey değil). Hiç evde tek başıma jimnastik yapmadım. Hep spor salonuna gittim. Yabancı dil öğreneceksem hep kursa gittim, okulda, sınıfta öğrendim.  Evde tekbaşıma Tai Chi yapamıyorum. Antonio, Belkıs ve Silvianna oldumu keyfinden geçilmiyor. Yürüyüş yaparken durum farklı. Ya düşünecek birşey, ya da dinleyecek müzik oluyor.
Şimdi Starbucks’ta oturmuş, bu yazıyı yazıyorum. Neyse kitabımda yanımda. Yazmak istediğim başka şeylerde var. Belki hepsi birden çıkar. Ama yinede eve gidip itiraf etme kısmı beni çok kasıyor. Offf ki ne offff.

16 Kasım 2010 Salı

Günün Düşündürdükleri 16 Kasım 2010

Bugün Bayram.
Benim için ailenin toplandığı, hasret giderdiği, birlikte keyifle zaman geçirdiği birgün. Herkes koşuştururken bir araya gelemediğimiz günlerin acısını çıkardığımız, çocuklarımıza anne baba olarak değil, normal insan gibi görülebildiğimiz bir gün.
Bugün öyle bir gün yaşadık yine. Bizde adettir. Bayramın ilk günü, ailemizin en büyüğü olan Cemil Dayı’mın evinde toplanırız. Bu yıl katılımcılar biraz farklıydı. Yurtdışında çalışan küçük dayı (dolayısı ile yengem de) kadroda yoktu. Buna karşılık transferler harikaydı. Her yıl bayram tatilinde yurtdışına giden kuzenim, aile toplantısını kaçırmamak için biletini yarına almıştı. Ayrıca yıllardır görmediğim annemin kuzeni Faik Abi, eşi ve kızı yeni transferlerdi. Durum böyle olunca eski günleri anmak farklı bir boyut kazandı.
Kuzenimle çocukluğumuz birlikte geçti. Ayrı ülkelerde yaşadığımız halde, yaz tatillerimiz hep birlikte geçti. Bisikletle beni dolaştırması, yaptığımız ve bozulmasın diye uhu ile yapıştırdığımız lego ev (vallahi annemin fikriydi J ), malta eriği ağacının altına inşaat malzemelerini çalıp yaptığımız ve bütün bir yaz içinde oynadığımız oda.
Faik Abi’nin yeri ayrı. Ailenin yakışıklısı, genç ruhlusu, şık giyineni, eğlenceyi seveni. Beni çok şımartırdı. Arkadaşları ile Çınarltı’na çay içeceği zaman beni de yanına alırdı bazen. Kendimi ne kadar önemli sanırdım o küçücük yaşta.
Bunlar çok fazla anı tetikledi. Tabii başladık hepimiz bir ağızdan konuşmaya. Sonra bir ara baktım kızım şaşkın şaşkın bakıyor. O hızlı sohbetin içinde uçuşan sözleri anlamlandırmaya, kimin kim olduğunu çözmeye çalışıyor. Sonra pes etti. 
Bu toplantı saat 13.30’da başladı, 19:30’a kadar sürdü. Sonra annem kardeşlerim, eşler ve çocuklar bizde devam ettik.
Tatile gitmeyip aile toplantısına katılmakla ne kadar isabetli bir karar verdiğimi bir kez daha gördüm. Bizim doğal olarak oluşturduğumuz aile ilişkilerini çocuklarımıza anlatmamız gerekiyor. Akrabaları tanımak, aidiyet duygularını geliştirmek, kimliklerini oluşturmak için yaşasın Bayramlar.
Herkese iyi bayramlar. 

12 Kasım 2010 Cuma

Günün Düşündürdükleri 10 Kasım 2010

Bugün uzun bir aradan sonra çaresizlik hissettim. Çaresiz, eli, kolu bağlanmış, çözüm üretemeyen ve bu nedenle ürkmeye başlayan bir ruh hali içinde sabahıma başladım.
İşin başlangıcı dün gecede. Hatta dahada eskilerde. Çok hızla gelişen bir teknolojinin içinde, yetişememe korkusunun verdiği bir kilitlenme. Ben Facit hesap makineleri zamanında ilkokula gitmiş bir insanım. Ortaokulda iken annem yurtdışından ilk hesap makinemizi getirdi ve neden olabileceği olası tembelliklere karşı ödev yaparken kullanmamızı yasakladı. Yalnızca sonuçların kontrol edilmesi ve arkadaşlarımıza gösterebilmek için elimize aldık o makineyi. Lisedeyken okula bilgisayar alındı ve biz programlama dersi alabildik. Seçmeli de olsa. (BASIC’i acaba kaçınız duymuştur?)
Uzun lafın kısası, bilgisayar ve teknoloji ile ilişkim doğal olarak gelişmedi. Yapacağım yanlışların nasıl bir zarar vereceğini bilmeyerek (ve kesinlikle bu konuda eğitimim olmadığı için hatamın zarar vereceğinden emin olarak) ve bu yanlışların yaratacağı hasardan çok korkarak hep fazla temkinli yaklaştım teknolojiye. Hep anlayış seviyemin çok ötesinde olduğunu düşündüm. Ekrana ezberim dışında birşey çıktığında (ne olduğuna bakmadan, düşünmeden, okumadan hepsi “bir şey” olarak tanımlandı) paniğe kapıldım hep. Bu örnekleri çoğalttıkça çoğaltabilirim.
İlk defa bunları yaşamanın beni ne kadar çaresiz hisettirdiğini dün gece (daha doğrusu sabaha karşı) farkettim. Sabahın ikisinde, modemim bağlıyken internet bağlantım koptu !!! Önce Avea’nın yedi ceddine rahmet okudum. E birisinin kabahatli olması gerekliydi. Sonra beni kilitleyen telaşımla Avea Müşteri Temsilcisine ulaşmaya çalıştım. Boğazım düğümlenmiş, nefesim kesilmiş bir halde bunu başardığımda karşıma çıkan ve sabrına hayran kaldığım kişi aslında modemimin bağlı gözüktüğünü, ve birşeyi (neydi acaba???) resetleyeceğini, 5 dakika sonra internete tekrar bağlanmayı denememi söyledi. Denedim ama heyhat. Haydi tekrar ara. Müşteri temsilcisine nasıl ulaşacağımı hatırlamak için biraz daha stress yap. Bu seferki öneri “sabah 8’de arayın” oldu.  
Sabah 8’de Avea jet Programını silmeyi ve tekrar yüklemeyi öğrendim. Sorunun laptoptan olabileceğini anladım.  Bunu yaptıktan sonra tekrar bağlanamayınca hisettiğim çaresizliğin boyutunu anlatamam. Elim, ayağım, dünya ile bağlantım koptu sanki. Ruhen ne kadar internet bağımlısı olmuşum meğerse. Neredeyse beynime bir modem yükleyeceğim. Ve farkettimki internet kullanmak benim için İstanbul’da yaşamak gibi bir duygu. Her yönünü bilmesem de, orada olduğunu, elimi uzattığımda derdime care bulacağını biliyorum ya.....
İnternet öncesi ne yapardık acaba???
Not: Yeni stress konum: Ya bilgisayarım bozulursa!!!!! Hayııır. Daha buna yeni alışıyorum. Acıyın banaJ

8 Kasım 2010 Pazartesi

Günün Düşündürdükleri 08.18.2010

En sevdiğim sözlerden biri diye düşünürdüm. Hayır. En sevdiğim söz. “İnsanlar plan yapar, Tanrı güler.”
Sözün hakkını verecek bir gün daha yaşıyorum.
Bugün sabah “artık yazmam lazım” diye parmaklarımın ucu gıdıklanarak uyandım.Lazım mı, istiyorum mu tam ne olduğundan da emin değildim. Ekim sonundan beri bir çok şey aklıma geliyor, sağa sola küçük notlar alıyorum, hiç biri yeterince gıdıklamıyor, velhasıl böyle serseri mayın misali yaşıyordum. Küçük küçük bir sürü duygu, tonlarla hoplaya zıplaya geçen düşünce. Bir ara liste halinde hepsini alt alta dizmeye karar verdim. Belki o hoplama zıplamaların bana neler ettiğini, beynimin ve yüreğimin nasıl bir köşeden diğerine savrulduğunu anlatabilmek için. Sonra ondan da vazgeçtim.
Bugün sabah kendimi bir ara Rumeli Caddesindeki Remzi Kitabevi’nde kahve içerken buldum. Elimde keyifli bir kitap (başka birşey beklenmiyordu umarım). Ve bir şeyler yine uçuşmaya başladı. Baktım not defterini çıkarmak zaman kaybı, kitabın arkasına karalamaya başladım. (meşhur olduğumda bu kitapların peşine düşün J). “İşte” dedim, “ne yazacağımı biliyorum”. Arada bir telefon ve yapılması planlanmış bir iki iş. Hedef saat 2’de evde olup başlamak.
Derken.... eve geliş saati tamamda, saat 3 ve ben ancak başladım. Eve girince buradaki sorumluluk elbisesi ben istemesem de üzerime geçiveriyor. Önce sabah asılmış ve kurumuş olan çamaşırları topla, sonra yeni yıkanmış olanları as. Arada kafamdan 100 metre koşucu hızıyla geçen “yapılması gerekenler” listesinden bir kaç tane yakala. Bu arada eyvah zaman geçiyor, evin sessizliği her an bozulabilir, çünkü Rana eve dönecek ve televizyon sesi huzuru bozacak stresi. Of, ben adam olmam. Çamaşır ıslak kalsa ne olur? Olmaaaaz, banyo dağınık kalır. Banyo dağınık kalsa ne olur? Bilmemki. Kafamdaki program bana herşeyin en üst verim üretme mantığı ile çalışması gerektiğini söylüyor. Yani çamaşır asılırsa kurur (doğal olarak) ve belki ütüye yetişir. Programı ben mi yaptım başkaları mı? Kimbilir. Arada dinlememeyi öğrensem. Boşvermeyi başarabilsem. O da olacak inşallah.
Oh bunu yazınca rahatladım. Özlemişim kendi kendime yazmayı ve konuşmayı. Artık diğer notlara bakabilirim. Belki bundan sonra küçük açıklamalar içeren bir liste gelir. Notlar artık güncel değil. Ama benim aklıma düşmüşler bir kez. Paylaşırsam hafiflerim.