31 Aralık 2010 Cuma

Günün Düşündürdükleri 31 Aralık 2010

2010 yılının gün ışığında pişirilmiş son Türk kahvesini hazırladım. Kerem’ii arkadaşları ile buluşmak, Rana’yı teyzesine gitmek üzere İstanbul trafiğine saldım ve Seda Bağcan’ın yeni CDsi eşliğinde başladım yazmaya.

“Ben hayallerimin peşinden gitmek istiyorum. Ya siz?”

22 Aralık tarihli yazımı bununla bitirmişim. 2011 için hayallerimi yazmanın zamanı geldi.
1-      Çok seyahat etmek istiyorum. Tadını çıkararak, kendi hızımla. Merakımı gıdıklayan yerleri görmek, tema odaklı gezmek, yorulmadan gezmek, gezinin sonunda lezzetli bir yemek yemiş gibi doyduğumu hissetmek istiyorum.
2-      İK Danışmanlığı yapmayı sevdim. İhtiyaçlar belirlendi. Birlikte yol alındı. Ben bilgimi ortaya koydum. Karşı taraf ile hep birlikte emek harcadık. Çok güzel şeyler çıktı ortaya. Daha fazla güzellikler için, ortaklaşa emek harcamak istiyorum.
3-      Koçluk yapmak istiyorum. Farkındalığım arttıkça, dinginliğim artıyor. Hayatımın iplerini elime yavaş yavaş geçiriyorum. Hayatla çok daha keyifli akıyorum. Bütün bunlar koçluk çalışmalarına, koçluk almaya daha çok vakit ayırdıkça artıyor. Bu paylaştığım yaşam keyfine ulaşma becerisini aktarmak istiyorum.
4-      Eğitim vermek istiyorum. Hayat çok girift. Çok hızlı akıyor. Kendimize yapabileceğimiz en büyük iyilik kişisel gelişimimize önem vermek, becerilerimizi geliştirmek. O zaman sağlam durabiliyoruz. Kendimizi ve seçimlerimizi yönetebiliyoruz. İsteyenlere bu konularla ilgili eğitim vermek istiyorum.
5-      Sevdiğim işeri yaparken stress yüzünden telef olmadan çok para kazanmak istiyorum. (İddialı ama olacak)
6-      Etrafımda her zaman enerjisi yüksek, olumlu, cesur, sonuca kilitlenmiş, mızmızlanmayan, iyi niyetli insanlar bulunsun, olmayanlar ayıklansın istiyorum. Etrafımda insanlara ve insanlığa kıymet veren dostlar istiyorum.
7-      Trafik yüzünden strese girmeden yaşayabilmeyi diliyorum. (En iddialısı bu)
8-      Sevdiklerim ve sevenlerimin sayısı artsın istiyorum.

En önemlisi benim, ailemin ve tüm sevdiklerimin hep çok sağlıklı, çok neşeli ve kendileriyle barışık olmalarını, rahat yaşamalarını, dünyanın sunduğu gerginliklerden kendilerini koruyabilmelerini istiyorum.

Hepinize gönlünüzce, dolu dolu bir yıl diliyorum dostlar. Arzuladığınız herşeyin en güzelininyolunuza çıksın ve siz onu görebilin.

Sevgi dolu bir yıl sizin olsun.

22 Aralık 2010 Çarşamba

Günün Düşündürdükleri 22 Aralık 2010

Yönetemediğim, ama beni hep heyecanlandıran bir alışkanlığım var. Bilgi toplamak. Çocukken daha başedebildiğim bir özellikti. Ancak elektronik bilgi paylaşımı arttıkça iş çığrından çıktı, bende kendimi tutamaz bir şekilde bir heyecan denizi ve onun sonuçları içinde bir soluk alarak, bir boğularak ve sürekli yetişememe endişesiyle yaşıyorum.
Kitap satın almayı, eskiye göre zaptırapt (yani kontrol) altına aldım. Türkçe açıklaması şu: Yetişemesem dahi daha az kitap satın alıyorum. Ama hala kontrol edemediğim bir alan var. İnsanların bilgilerini paylaşmak için yayınladıkları  elektronik yayınlar. Onlarada yetişemiyorum. Ama mail kutusu kilitlenmesin diye, arada okuyup notlar çıkarıyorum ve sonra siliyorum. Bazen birikmişler temizleniyor, bazende geldiği gün okunuyor o bilgiler. Aynen bugün yaptığım gibi.
Louise Crooks, Keys to Clarity Coaching’in sahibi. Onun hazırladığı ve bugün gönderdiği yayından bir alıntıyı paylaşmak istedim: “O kadar çok, işe yaramayan, yapılmayan şeylere odaklanıyoruz ki, başarılarımızı, küçük olsun, büyük olsun, kutlamayı  unutuyoruz. En büyük hayallerimizi ve arzularımızı gerçekleştirmek istiyorsak, olumlu ve net bakış açımızı sahip çıkmalıyız.”Gerçekten, neden hep yapamadıklarımız, yetemediklerimiz, başaramadıklarımız vb.ye odaklanırız? Neden hep bu kriterlerle ölçeriz ve ölçülürüz? Değerlendirme kelimesini kullanabilmek isterdim, fakat yapılan bir ölçüm işlemi. Halbuki emin olun yapabildiklerimiz, başardıklarımız çok daha fazla. Öyle olmasa, odaklandığımız bunca olumsuz kritere rağmen hayatta kalamazdık, ayakta duramazdık.  Oysa biz ne yapıyoruz? Artılar hanesine hiç bakmıyoruz ve eksiler hanesinde olanlar için kendimizi ve çevremizi duygusal olarak var gücümüzle dövüyoruz.  Olan motivasyonumuzu da böylece kilit altına alıyor veya yokediyoruz. Ve bence , yaptığımız vakit kaybından başka bir şey değil. Yazık.
Marcus Buckingham ve Curt Coffman, yıllar once “First Break All the Rules” adlı bir kitap yayınlamışlardı. Benim aklımda bunca yıldır hiç çıkmayan özeti şuydu. İnsanların kişiliğinde olmayan bir özelliği yerine koyamazsınız. Dolayısı ile olan güçlü yönleri keşfetmek ve farklı kişilerin güçlü yönlerini birleştirerek verimli ekipler yaratmak. Yazarlar bu kanıya başarılı şirket ve yönetici uygulamalarını inceleyerek varmışlardı.
 Aynı fikri özel hayatımızda da kullanabileceğimizi düşünüyorum. Kişiliğimizin güçlü yönlerini tanırsak, o yönleri daha fazla geliştirme imkanını yaratabilmiş oluruz. Var olan ve olmayan özelliklerimizi farkedersek, olmayanı yerine koymak için debeleneceğimize, var olan ve gelişmesini istediğimize odaklanabiliriz. Kendimizle ilgili olumlu ve net/şeffaf bilgilere hakim olabiliriz. Hayatımızı yönetmeye çalışırken bu bilgiler inanın insan güç katıyor. Güven veriyor. Hayallerimizi gerçekleştirmek için güce ihtiyacımız var.
Ben hayallerimin peşinden gitmek istiyorum. Ya siz?

18 Aralık 2010 Cumartesi

Günün Düşündürdükleri18 Aralık 2010

Elif Şafak’ın Firarperest adlı son kitabı elimde. Kısa kısa yazılar, kendisi ile sohbetler. Yine muhteşem duru bir dil. İnanılmaz gözlemler, analizler. Yürekten yazılmış yazılar. Kendi içine yolculuğundan tatlar.  Her okuduğumda hayran kalıyorum duyguları bu kadar yoğun, aynı zamanda bu kadar yalın ifade edebilme becerisine.
Geçen ay gittiğim eğitimde günün konusu “farkındalık” idi. Yoğun çikolata kıvamında bir eğitimdi. Öğle arası İstiklal Caddesi’nde bir boy yürümek ihtiyacı hissettim. İki lokma yemek, sonra ver elini İstiklal Kitapevi. Kitap solumak hep iyi gelir. Kapıdan  girdim karşımda Elif Şafak’ın kitabı. Arkasına bakayım dedim. Yazanlar beni çarptı “İnsan ki eşrefi mahlukattır, içindeki semavi özü keşfetmekle yükümlüdür. Çıkacaksın yollara, kendine doğru git gidebildiğin kadar. Keşif boynumuzun borcudur. Kendimizi keşfetmek, aşkı keşfetmek, dünyayı keşfetmek, ötekini keşfetmek.....” Bunu okuyup da kitabı almamak mümkün mü? Tabii ki aldım. Kana kana su içer gibi, bir o kadar da sakin okuyorum. Hepinize öneririm.
Aklıma bu blog’u yazmaya niye başladığım geldi. Başlangıç hedefim zaten okuduğum kitapları paylaşmaktı.  Okuduklarımı paylaşmak hep istediğim bir şeydi. Arkadaşlarımla bir araya geldiğimde hep anlattım. En çok kitap hediye ettim. Ama bana hiç yetmedi. Sonra bir gün Seth Godin’in Tribes adlı kitabını okuyordum. Birden beynimde sanki bir ışık yandı. Blog yazmak. Her ne kadar blogumun içeriği ilk günden beri daha değişik seyrettiyse de, en azından beni heyecanlandıran şeyleri, ruhumda iz bırakan kitaplar dahil, paylaşmaya başladım. Ve yazmanın ne kadar hafifleten, özgürleştiren bir  işlevi olduğunu farkettim.  Uzun uzun yazmaya gerek yok. Yüreğime ve fikrime ne düşerse. Aynen hissettiğim ve düşündüğüm haliyle. Plansız. Yeterki içimi titretsin. O zaman başlıyorum yazmaya. Yeter ki ilk cümle istediğim gibi olsun. Sonrası akıyor. Hissettiğimde, hissettiğim gibi. Düşündüğümde düşündüğüm gibi.  Bu blogumun değişmez kişiliği olacak. 

15 Aralık 2010 Çarşamba

Günün Düşündürdükleri 15 Aralık 2010

Cappadocia is Cappadocia. Herşey bizim algılarımız ile şekilleniyor. Gerçek ne? Bizim, deneyimlerimiz ile yüklediğimiz anlam değil mi? Geçen gün bir eğitimde hoca” Kapadokya sizce nedir?” diye sordu. Hepimiz bize ne ifade ettiğini söyledik. Neredeyse birbirinin aynı anlamlı iki cevap çıkmadı. Kimisi gizemli dedi, bir arkadaşımız sıkıcı olduğunu söyledi. Benim için Kapadokya soğuk demek. Hoca, bu anlamları kafamızdaki kalıplar sonucu yüklediğimizi, Kapadokya’nın aynı ve tek Kapadokya olduğunu anlatmaya çalıştı. O günden beri bu gerçekliği çok şeyde görmeye başladım. Daha da güzeli, facebook’ta profilime yazdım ve arkadaşlarım bu gerçekliğe katkıda bulunmaya başladılar. Birisine dolunay, birisine sıcak şarabı çağrıştırıyor. Herkes deneyimi ile gerçeklerini şekillendiriyor.
Ama hocanın söylediği gibi “Cappadocia is Cappadocia”

11 Aralık 2010 Cumartesi

Günün Düşündürdükleri 11 Aralık 2010

İnsanın hissettikleri nasıl da anlık değişebiliyor. Dünden beri keyif içinde yaşayıp, “ana bir temam yok, ama ufak tefek, uçuşan anlarım var; onları yazayım” diyordum. Heyecanla kar yağmasını ve soğuk havayı bekliyordum.Gündemim bir deprem şiddetiyle değişti dostlar. Şimdi içim titriyor.
Az önce şunufarkettim. İçimizde hissettiğimiz huzur, hayata olumlu bakabilmek, mutluluk, içimize yolculuk derken bu yaşamı değerlendirmek için bir çok çaba içinde buluyoruz kendimizi. Ama yaralar tam iyileşmiyor. Sadece daha az acıtıyor. Çünkü o acıya takılmamak ve yıkılmamak için kendimizi güçlendiriyoruz. Acı dersen hala orada, daha az etkili ama orada. Ve bir an geliyor, hiç beklemediğin bir an, hatta alakasız bir an ve hoop başını çıkarıyor, “Sen çok uğraşıyorsun, ama buradayım ve gitmeyeceğim” diyor. İşte o anlarda canım çok yanıyor. Yanmasın diye bu kadar emek harcarken, daha da çok yanıyor.
Ben tek başıma çözemem ki. Payıma düşeni elimden geldiğince yapıyorum. Tek başına olmuyor. Karşı tarafında duyması hissetmesi gerekiyor. Sesimi duyurmak için uğraşıp uğraşıp duvara çarptıkça, bıraktım uğraşmayı. Uğraşmayı bırakmakta canımı acıtıyor. Güvenemeyeceklerine şimdiye kadar güvenmiş olmanın hayal kurmak ve polyannacılık olduğunu kabul etmekte canımı yakıyor. Canımın yanması kızgınlığımı arttırıyor. Canımı yakmalarına izin verdiğim için kendime kızgınlığım, duyarsız oldukları için onlara kızgınlığım. Ağlamaktan midem kasılıyor. Nefes alamıyorum.
Böyle anlarda etrafımdaki candan ve dürüst dostlara ve aile fertlerine sevgim ve saygım daha da çok artıyor. Ayıkladıklarımı iyiki ayıklamışım. Canımı yaksalar da hiç olmazsa görmüyorum. Beni sevenler benim için zaten çok değerliydi. Böyle anlarda değerleri daha da artıyor. “Çok özledim” diyen bir arkadaşın sesi dünyaya bedel oluyor. Aradığın ve sesindeki sevgiyi yansıttığın için sağol Pınar’cığım.
Kafanız karıştı ve ne olduğunu anlamadınız değil mi? Sözünü ettiğim kişi ne yazık ki babam. Kırkyılda bir arayınca görevini yapmış olacağını düşünen babam. Bu ilişki beni çok çok yoruyor. Babam söz konusu olduğunda kendimi çok kıymetsiz hissediyorum. Benim yaram hiç iyileşmeyecek gibi gözüküyor.

7 Aralık 2010 Salı

Günün Düşündürdükleri 07 Aralık 2010

Bugün telefonda mutlu bir çalışanla konuştum. Bu da mutluluk. Çünkü mutsuz çalışanlar ile iletişim beni o kadar yormuş ki, yorulmadan, kendiyle barışık bir ses duymak, aksaklığa ben daha rica etmeden çözüm önerileri sunmak ve aksaklığı çözmek için candan çaba harcamak büyük, hemde çok büyük mutluluk.
Ailece Dr. Back-up üyesiyiz. İlk üyelerden olduğumuz için de yıllık check-up hakkımız var. Biz bu hakkımızı Kerem’in İstanbul’da olduğu zamanlarda kullanmaya çalışıyoruz ki, raporun incelendiği ev ziyareti bir kere de sonlansın.
Bu yıl 25 Aralık’a organize etmeye çalıştım. Hem hepimizin (umarım) evde olacağı bir gün, hemde Rana’nın okulu yok. Görüntüleme Merkezi randevusunu sağolsun Dr. Back-Up’ta ki Vildan Hanım yaptı. Zaman kısıtlı olduğu için o sabaha Düzen laboratuarını da organize etmeliyiz. Programa bakıldı. Benim istediğim saat (sabah 07:30) dolu. Düzen laboratuarı’nda çalışan hanım daha ben rica etmeden, benim sözümü de kesmeden, sıkıntımı ve ihtiyaçlarımı sonuna kadar dinleyerek, 07:30 randevusu için o saatte gidilecek olan müşteri ile bağlantı kuracağını ve( benim için sorun haline gelme potansiyeli yüksek olan ) 07:30 da laboratuar görevlilerini bize yönlendirmeye çalışacağını söyledi. Bunu başardı da.
Burada önemli olan benim işimin halledilmiş olması değil. O, listenin en sonunda. En önemlisi sözümü kesmeden beni dinledi. Dinlediği için ihtiyacımı anladı. Sözümü kesmediği için ben derdimi kısa bir sürede anlatabildim ve rahatladım. Geçmişte hep hayatımı zorlaştırdığını düşündüğüm bir şey, keyif veren bir duruma dönüştü.
Böyle çalışanlar bulmak çok mu zor? Geçen haftalarda o kadar çok telefonda “ama beni dinlemiyorsunuz” dedim ki. Karşımdaki beni kendi hazırladığı cevaplarla değilde, benim söylediklerime, ihtiyacıma odaklanarak dinlese (yani gerçekten dinlese) bu hiç sevmediğim cümleyi kullanmayacağım. Ancak ne yazık ki şunu farkettim. Zaman ile ölçülen performans kaygısı, telefonla hizmet veren insanları eziyor. Ve bu kişilerin sesinde papağan gibi tekrarladıkları metinleri neredeyse hissetmediklerini duyuyorsunuz. Ben onu anlamadığım için beni azarlayan bir Avea çalışanı bile oldu. Halbuki benim müşteri olarak anlaşılmam gerekmiyor mu? Mutlu müşteri mi daha önemli, çok sayıda telefona cevap verip sorunları ‘sonuçlandırmak’mı? Müşteri olarak ben, beni duyan ve bana ihtiyaçlarımın önemli olduğunu hissetiren çalışanları tercih ederim. Beni mutlu müşteri yapan bu. Bunu da sanırım ancak mutlu çalışan gerçekleştirebilir.
Mutlu çalışan sayısını hep birlikte arttırabilmek dileği ile.

4 Aralık 2010 Cumartesi

Günün Düşündürdükleri 04 Aralık 2010

Mutluluk nedir?
Benim için şu anda içinde bulunduğum anın hissettirdikleri. Oğlumun sesi telefonda iyi geliyor. Kendinden memnun ve sesi gülüyor. Ailesine duyduğu sevgiyi paylaşmak için aklına fikirler geliyor.
Kızım şu anda odasında ders çalışıyor ve başarılı olmak istediğini kendine itiraf etmekten korkmuyor, bunun için çaba harcaması gerektiğini kabul etmiş. Hem uğraşıyor hem bu uğraştan mutlu.
Kocam söz verdiği bir sunum için Atatürk ile yaptığı araştırmayı toparlamanın hazzını, ortaya bir eser çıkarmanın keyfini yaşıyor ve duyduğu gurur sesine yansıyor.
Ben kendimle barışık, ruhumu doyuran bir Cumartesi yaşıyorum. 2 ders Tai Chi ve 1 ders yoganın verdiği haz ve enerji, arkadaşım ile içtiğimiz kahvede aynı dili konuşmanın tarif edilmez lezzeti, kitaplarımın dostluğu ve akşam gidilecek konserin merakı. Sıcak evimde oturuyorum. Hepimizin sağlığı iyi.
Mutluluğun tariflerinden biride bu değilse ne?

29 Kasım 2010 Pazartesi

Günün Düşündürdükleri 29 Kasım 2010

Dışarıda pırıl pırıl ve sıcak bir hava. Lodos var ama başağrısı yok. Dolayısı ile keyfim yerinde.
Nişantaşı’nda işim vardı. Sabah yine son dakikada yetiştim ve işimi saat 11:00de bitirdim. Şu anda saat 13:45 ve arada geçen zaman nefes kesecek güzellikte ve sukünette zihnimde yer aldı.
İşim bitince kendimi önce Yargıcı’da elbiselere dokunurken buldum. Artık birşeye ihtiyacım yok diye düşünüyorum. Ancak güzel şeyler görmek ve dokunmak bana herzaman çok iyi gelmiştir. Bugünde duygular ve etkisi aynı idi. Sıcak kahve tonları, uçuşan kumaşlar, kahve ve mavinin enfes karışımları. Buyılki modellerinin estetik yönü çok güçlü. Hem yalın, abartısı yok, hemde göze ve gönle hitap ediyor. Bana üniversite yıllarımı hatırlattı bu sabah ki Yargıcı gezim. Vogue dergisini alırdım. Tek sebebi içindeki güzel fotoğraflara, güzel insanlara ve taşıdıkları kıyafetlere bakmak. Öylesine bir keyifti ki bu sanki tüm kıyafetleri teker teker giyerdim. Bugünde aynı hazzı aldım.
Sonra kendimi Starbucks’ta buldum. Nişantaş Starbucks’ı ilk kez çok sevdim. Kalabalık değil. Cam kenarında rahat bir koltuğa yerleştim. Hem etrafım aydınlık, hem ben içerideyim. Rüzgardan etkilenmiyorum. Zevkle çayımı içtim. Kitabımı okudum. Düşündüm. Ajandamı toparladım. Bir iş görüşmesine gidecek olan arkadaşımı dinleyerek ona destek oldum. Sürekli bu yaşadığım anlardan aldığım keyif ve içimde hisettiğim mutluluk için evrene teşekkür ederek 1 saat geçirdim.
Bundan sonrası İstanbul’da gerçekleştirdiğim bir ilk. Metroda iken bunca yıldır hiç istasyon kaçırmamıştım. Bugün kitabıma daldım ve bu ilki başardım. Günün kitabı “Hayatınızı Değiştirecek Bilgelik Öyküleri”. Dr. Yaşar Ateşoğlu tarafından derlenmiş kısa kısa öyküler. Okuduğum öyküye öyle dalmışım ki başımı kaldırdığımda 4. Levent’e varmak üzereydik. Eh herşeyin bir ilki var. Öykünün keyfi, kendi durağımda inmek ihtiyacımdan daha ağır basınca böyle eğlenceli anılar oluveriyor.
Evin dışında geçirdiğim bu süre Metrocity’de ki canlı müzik performansı ile taçlandı. Yeni açılan katta 3 müzisyenden oluşan bir orkestra Fransız chansonları çalıp söylüyordu. Dans edesim geldi. Yanımda bana kavalyelik edecek birisi olsaydı uçuşarak, döne döne o boş alanda dans etmek isterdim. Metrocity sakin, müzik şahane. Sokaktaki zamanıma nefis bir kapanış oldu.
Bugün bana mutluluğumu içimde taşıyabildiğim için ne kadar şanslı olduğumu tekrar hatırlattı. Gördüğüm herşey gözüme güzel göründü. Her tad zevk Verdi. Günün geriye kalan süresini düşünürken daha da çok mutlu oldum. Ne güzel, eski bir iş arkadaşı ile kahve, sonra yoga.
Tüm sevdiklerim; içinizdeki mutluluğu besleyin. O zaman tüm zorluklarına rağmen hayat hep ağzınızda ve yüreğinizde güzel bir tad bırakıyor.

24 Kasım 2010 Çarşamba

Günün Düşündürdükleri 23 Kasım 2010 - II-

Bir hayalim var. Laptopum elimde havaalanına gideceğim ve orada tüm bir günü geçirip gördüğüm insanlar, gözlemlediğim dinamikler, bende tetiklediği duygularla ilgili yazacağım. 4 yıldır, Kerem’i her uğurlamaya veya karşılamaya gittiğimde bu fikir aklıma gelir. Şimdi Starbucks’ta oturmuş, çalışıyorum. Birden aklıma bunu burada da yapabileceğim geldi. O kadar değişik insanlar gelip gidiyor ki. Etiler Starbucks bir öğrenci cenneti. Üniversite açıkken burada her zaman gençlere rastlarsınız. Arkadaki büyük masalarda sanırım çoğunlukla proje ekipleri oturur. Ön taraflara doğru yalnız başına çalışanlar yer alır. Şu anda yanımdaki masada bir öğrenci çalışma kitapçığını açmış, elinde kalemi, soruları cevaplıyor. Hemen onun yanındakinde bir kişi daha. Üstelik ikinci söz ettiğim, kitabı ile gelmişti. Fakat kağıt/defter getirmeyi unutmuş. Bir ara baktım kalktı, onun önünde çalışan masadan kağıt istiyor. Gelelim son sözünü ettiğim masaya. Iki kişi masaları birleştirdiler, laptoplarını açtılar ve ellerindeki çalışma kağıtlarındaki soruları beraberce cevaplıyorlar. İlk geldiklerinde masanın uçlarında oturuyorlar ve yüksek sesle, sürekli konuşuyorlardı. Şimdi yanyana oturmuşlar ve aynı hızla çalışıyorlar. Tam karşımda sıkıntılı bir genç var. Niye geldiğini çözemedim. Birisini bekler gibi bir hali var. Uzun süre dikkatle etrafını seyretti. Sonra baktım gözlerini yere dikmiş, derin derin düşünüyor. Şimdi cep telefonu ile ilgileniyor. Mesaj yazmadığına eminim çünkü parmaklar hızlı hareket etmiyor. Birini mi bekliyor, mesajına cevap mı bekliyor. Oturuşunda sıkıntı var, mutsuzluk var, fazlasıyla düşünceli. Kendi kendine bir melodi mırıldanıyor, sanırım sesinin duyulduğunun farkında değil. Dışarıda korkunç bir fırtına ve yağmur , içeride sıcak kahvelerimiz ve biz. Dışarısı karanlık ve soğuk, içerisi aydınlık ve sıcak. Tezatların ortasında yaşanan hayatlar. Birsürü farklı hikaye. Aynen İstanbul Modern’de ki fotoğraf sergisi gibi. “Göründüğü Gibi Değil” düşündürücü ve kışkırtıcı bir sergi. Hepinize öneririm.

23 Kasım 2010 Salı

Günün Düşündürdükleri 23 Kasım 2010

Hayatımda iş kırmadım. İş kırmak, sorumluluktan kaçmak mümkün değildi. İşe hasta da olsan gidilir. Başladığın şeyler bitirilir. Yarıda bırakılmaz.
Ama bugün ritm dersini kırdım. Evet itiraf ediyorum. Saat 5’e doğru içim sıkışmaya başladı. Gitmemek  fikri zihnimi tırmalamaya ve hafızam yerine gelmeye başladı. 15 günde elimiz yavaşlamasın, ritm duygumuz gelişsin diye verilen egzersizleri yapmadığımı hatırladım. Notlarımı çıkardım, denemeye başladım. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, hergün 15 dakika çalışmış gibi gözükmek için ½ saatin yetmeyeceğini farkettim (yani kendi kendime itiraf ettim). Ve ders kırmaya karar verdim. Şimdi bunu Rana’ya itiraf etmek için hazırlanmalıyım. Offf, terlemeye başladım bile.  Ne utanç verici.
Hayatta yapmak istediğim çok şey var. Ama onları yalnızca belli zamanlarda ve saatlerde yapmak istiyorum.  O zaman dilimi haricinde, tek başıma ilave bir şey yapmam istendiğinde benim için külfete dönüşebiliyor. Sanırım bu da öyle birşey oldu. Yani 15 dakika bile olsa hergün çalışmak sanki dünyanın sonuymuş gibi geliyor. Aslında bu yaptığım hobide yalnızmıyım değilmiyim faktörü tarafından da etkileniyor. Her ne kadar kendi kendime vakit geçirmekten çok haz alsam da, hobilerim başkaları ile birlikte yapmayı sevdiğim şeyler.  Kalabalık olmayacak, fakat beni motive edecek, yanımda olacak insanlarla zevklerimi paylaştığımda çok keyif veriyor.
Geçmişime dönüp baktığımda da hep böyle olmuşum. (Yani yaşın getirdiği birşey değil). Hiç evde tek başıma jimnastik yapmadım. Hep spor salonuna gittim. Yabancı dil öğreneceksem hep kursa gittim, okulda, sınıfta öğrendim.  Evde tekbaşıma Tai Chi yapamıyorum. Antonio, Belkıs ve Silvianna oldumu keyfinden geçilmiyor. Yürüyüş yaparken durum farklı. Ya düşünecek birşey, ya da dinleyecek müzik oluyor.
Şimdi Starbucks’ta oturmuş, bu yazıyı yazıyorum. Neyse kitabımda yanımda. Yazmak istediğim başka şeylerde var. Belki hepsi birden çıkar. Ama yinede eve gidip itiraf etme kısmı beni çok kasıyor. Offf ki ne offff.

16 Kasım 2010 Salı

Günün Düşündürdükleri 16 Kasım 2010

Bugün Bayram.
Benim için ailenin toplandığı, hasret giderdiği, birlikte keyifle zaman geçirdiği birgün. Herkes koşuştururken bir araya gelemediğimiz günlerin acısını çıkardığımız, çocuklarımıza anne baba olarak değil, normal insan gibi görülebildiğimiz bir gün.
Bugün öyle bir gün yaşadık yine. Bizde adettir. Bayramın ilk günü, ailemizin en büyüğü olan Cemil Dayı’mın evinde toplanırız. Bu yıl katılımcılar biraz farklıydı. Yurtdışında çalışan küçük dayı (dolayısı ile yengem de) kadroda yoktu. Buna karşılık transferler harikaydı. Her yıl bayram tatilinde yurtdışına giden kuzenim, aile toplantısını kaçırmamak için biletini yarına almıştı. Ayrıca yıllardır görmediğim annemin kuzeni Faik Abi, eşi ve kızı yeni transferlerdi. Durum böyle olunca eski günleri anmak farklı bir boyut kazandı.
Kuzenimle çocukluğumuz birlikte geçti. Ayrı ülkelerde yaşadığımız halde, yaz tatillerimiz hep birlikte geçti. Bisikletle beni dolaştırması, yaptığımız ve bozulmasın diye uhu ile yapıştırdığımız lego ev (vallahi annemin fikriydi J ), malta eriği ağacının altına inşaat malzemelerini çalıp yaptığımız ve bütün bir yaz içinde oynadığımız oda.
Faik Abi’nin yeri ayrı. Ailenin yakışıklısı, genç ruhlusu, şık giyineni, eğlenceyi seveni. Beni çok şımartırdı. Arkadaşları ile Çınarltı’na çay içeceği zaman beni de yanına alırdı bazen. Kendimi ne kadar önemli sanırdım o küçücük yaşta.
Bunlar çok fazla anı tetikledi. Tabii başladık hepimiz bir ağızdan konuşmaya. Sonra bir ara baktım kızım şaşkın şaşkın bakıyor. O hızlı sohbetin içinde uçuşan sözleri anlamlandırmaya, kimin kim olduğunu çözmeye çalışıyor. Sonra pes etti. 
Bu toplantı saat 13.30’da başladı, 19:30’a kadar sürdü. Sonra annem kardeşlerim, eşler ve çocuklar bizde devam ettik.
Tatile gitmeyip aile toplantısına katılmakla ne kadar isabetli bir karar verdiğimi bir kez daha gördüm. Bizim doğal olarak oluşturduğumuz aile ilişkilerini çocuklarımıza anlatmamız gerekiyor. Akrabaları tanımak, aidiyet duygularını geliştirmek, kimliklerini oluşturmak için yaşasın Bayramlar.
Herkese iyi bayramlar. 

12 Kasım 2010 Cuma

Günün Düşündürdükleri 10 Kasım 2010

Bugün uzun bir aradan sonra çaresizlik hissettim. Çaresiz, eli, kolu bağlanmış, çözüm üretemeyen ve bu nedenle ürkmeye başlayan bir ruh hali içinde sabahıma başladım.
İşin başlangıcı dün gecede. Hatta dahada eskilerde. Çok hızla gelişen bir teknolojinin içinde, yetişememe korkusunun verdiği bir kilitlenme. Ben Facit hesap makineleri zamanında ilkokula gitmiş bir insanım. Ortaokulda iken annem yurtdışından ilk hesap makinemizi getirdi ve neden olabileceği olası tembelliklere karşı ödev yaparken kullanmamızı yasakladı. Yalnızca sonuçların kontrol edilmesi ve arkadaşlarımıza gösterebilmek için elimize aldık o makineyi. Lisedeyken okula bilgisayar alındı ve biz programlama dersi alabildik. Seçmeli de olsa. (BASIC’i acaba kaçınız duymuştur?)
Uzun lafın kısası, bilgisayar ve teknoloji ile ilişkim doğal olarak gelişmedi. Yapacağım yanlışların nasıl bir zarar vereceğini bilmeyerek (ve kesinlikle bu konuda eğitimim olmadığı için hatamın zarar vereceğinden emin olarak) ve bu yanlışların yaratacağı hasardan çok korkarak hep fazla temkinli yaklaştım teknolojiye. Hep anlayış seviyemin çok ötesinde olduğunu düşündüm. Ekrana ezberim dışında birşey çıktığında (ne olduğuna bakmadan, düşünmeden, okumadan hepsi “bir şey” olarak tanımlandı) paniğe kapıldım hep. Bu örnekleri çoğalttıkça çoğaltabilirim.
İlk defa bunları yaşamanın beni ne kadar çaresiz hisettirdiğini dün gece (daha doğrusu sabaha karşı) farkettim. Sabahın ikisinde, modemim bağlıyken internet bağlantım koptu !!! Önce Avea’nın yedi ceddine rahmet okudum. E birisinin kabahatli olması gerekliydi. Sonra beni kilitleyen telaşımla Avea Müşteri Temsilcisine ulaşmaya çalıştım. Boğazım düğümlenmiş, nefesim kesilmiş bir halde bunu başardığımda karşıma çıkan ve sabrına hayran kaldığım kişi aslında modemimin bağlı gözüktüğünü, ve birşeyi (neydi acaba???) resetleyeceğini, 5 dakika sonra internete tekrar bağlanmayı denememi söyledi. Denedim ama heyhat. Haydi tekrar ara. Müşteri temsilcisine nasıl ulaşacağımı hatırlamak için biraz daha stress yap. Bu seferki öneri “sabah 8’de arayın” oldu.  
Sabah 8’de Avea jet Programını silmeyi ve tekrar yüklemeyi öğrendim. Sorunun laptoptan olabileceğini anladım.  Bunu yaptıktan sonra tekrar bağlanamayınca hisettiğim çaresizliğin boyutunu anlatamam. Elim, ayağım, dünya ile bağlantım koptu sanki. Ruhen ne kadar internet bağımlısı olmuşum meğerse. Neredeyse beynime bir modem yükleyeceğim. Ve farkettimki internet kullanmak benim için İstanbul’da yaşamak gibi bir duygu. Her yönünü bilmesem de, orada olduğunu, elimi uzattığımda derdime care bulacağını biliyorum ya.....
İnternet öncesi ne yapardık acaba???
Not: Yeni stress konum: Ya bilgisayarım bozulursa!!!!! Hayııır. Daha buna yeni alışıyorum. Acıyın banaJ

8 Kasım 2010 Pazartesi

Günün Düşündürdükleri 08.18.2010

En sevdiğim sözlerden biri diye düşünürdüm. Hayır. En sevdiğim söz. “İnsanlar plan yapar, Tanrı güler.”
Sözün hakkını verecek bir gün daha yaşıyorum.
Bugün sabah “artık yazmam lazım” diye parmaklarımın ucu gıdıklanarak uyandım.Lazım mı, istiyorum mu tam ne olduğundan da emin değildim. Ekim sonundan beri bir çok şey aklıma geliyor, sağa sola küçük notlar alıyorum, hiç biri yeterince gıdıklamıyor, velhasıl böyle serseri mayın misali yaşıyordum. Küçük küçük bir sürü duygu, tonlarla hoplaya zıplaya geçen düşünce. Bir ara liste halinde hepsini alt alta dizmeye karar verdim. Belki o hoplama zıplamaların bana neler ettiğini, beynimin ve yüreğimin nasıl bir köşeden diğerine savrulduğunu anlatabilmek için. Sonra ondan da vazgeçtim.
Bugün sabah kendimi bir ara Rumeli Caddesindeki Remzi Kitabevi’nde kahve içerken buldum. Elimde keyifli bir kitap (başka birşey beklenmiyordu umarım). Ve bir şeyler yine uçuşmaya başladı. Baktım not defterini çıkarmak zaman kaybı, kitabın arkasına karalamaya başladım. (meşhur olduğumda bu kitapların peşine düşün J). “İşte” dedim, “ne yazacağımı biliyorum”. Arada bir telefon ve yapılması planlanmış bir iki iş. Hedef saat 2’de evde olup başlamak.
Derken.... eve geliş saati tamamda, saat 3 ve ben ancak başladım. Eve girince buradaki sorumluluk elbisesi ben istemesem de üzerime geçiveriyor. Önce sabah asılmış ve kurumuş olan çamaşırları topla, sonra yeni yıkanmış olanları as. Arada kafamdan 100 metre koşucu hızıyla geçen “yapılması gerekenler” listesinden bir kaç tane yakala. Bu arada eyvah zaman geçiyor, evin sessizliği her an bozulabilir, çünkü Rana eve dönecek ve televizyon sesi huzuru bozacak stresi. Of, ben adam olmam. Çamaşır ıslak kalsa ne olur? Olmaaaaz, banyo dağınık kalır. Banyo dağınık kalsa ne olur? Bilmemki. Kafamdaki program bana herşeyin en üst verim üretme mantığı ile çalışması gerektiğini söylüyor. Yani çamaşır asılırsa kurur (doğal olarak) ve belki ütüye yetişir. Programı ben mi yaptım başkaları mı? Kimbilir. Arada dinlememeyi öğrensem. Boşvermeyi başarabilsem. O da olacak inşallah.
Oh bunu yazınca rahatladım. Özlemişim kendi kendime yazmayı ve konuşmayı. Artık diğer notlara bakabilirim. Belki bundan sonra küçük açıklamalar içeren bir liste gelir. Notlar artık güncel değil. Ama benim aklıma düşmüşler bir kez. Paylaşırsam hafiflerim.

24 Ekim 2010 Pazar

Günün Düşündürdükleri 24.10.2010

Şu anda üniversitede iken ödev yazdığım zamanlardaki gibi hissediyorum. Kafamın içi dolu. Nefes alamıyorum. İçime pompayla hava sıkılmış, bu hava içimde sıkışmış gibiyim. Bilgisayarda yazı yazmak ilk defa engele takılmışım gibi geliyor. Üniversitede iken bu duruma geldiğimde küçücük odamın içinde saatlerce volta atardım. Bu durum ödevin ilk cümlesini bulana, o cümleyi yüreğimde duyana kadar sürerdi. Ondan sonra bir gecede 2000 kelimelik ödev yazılırdı. Tüm üniversite hayatım boyunca bu uygulama tüm çabama rağmen hiç değişmedi. Bu durumun ödevleri teslim etmeden 2-3 gece önce yaşandığını söylersem stres katsayımı tahmin edebilir misiniz? Nefes almadan yaşamak istiyorsanız ideal bir senarya.
Şimdide aynı fiziksel ve ruhsal durumdayım. İçim dolu. İçim sıkışmış. Paylaşmak istediklerimle ilgili birçok not almışım. Hangisini çıkaracağıma karar veremiyorum. İçim şiştikçe şişiyor. İlk cümle değil derdim bu kez. Hangi konu? diye debeleniyorum. İşin kötüsü volta atamıyorum. Dahada sıkışmış hissediyorum.
Sanırım en üstte IEFT Fuarı deneyimim var. 2 ay önce mezun olduğum Reading Üniversitesi’nden bir mail geldi. IEFT’nin  (International Education Fair of Turkey) Istanbul bacağında eski mezun olarak kendilerini desteklememin mümkün olup olmadığını soruyorlardı. (Eski mezun hakkını veren bir ifade. 1980 mezunuyum). Memnuniyetle kabul ettim. Ve bu hafta sonunu Hilton Convention Center’da kampüs hakkında bilgi vererek (30 yıl öncesinin kampüsü J) ve hafızam elverdiğince hatırladığım bir şehri anlatarak geçirdim. 30 yıl öncesinin şehri J; neyseki hızlı tren hala 25 dakikada Londra’ya gidiyor. 30 yıldır görmediğim, benden 1 yıl sonra Reading’e gelen Nil Ülken’i gördüm. Uzun uzun sohbet ettik.
Ancak bu fuardan en çok aklıma takılan standı ziyaret eden öğrencilerin bana düşündürdükleri idi. Heyecanlanmama neden olanlar, telaşlandıranlar. Çok farklı insanlarla karşılaştım. Biraz ümitsizliğe kapıldım. Kendimi çocuklarım için neleri doğru yaptım, başka neler yapmalıyım diye düşünürken yakaladım.  Eğitim sistemimiz beni hiç bu kadar ümitsiz hissettirmemişti.
Bu fuar yurtdışı eğitim ile ilgili. Standı ziyaret edenler arasında bunun ne anlama geldiği ile ilgili hiç bir fikri olmayanlar o kadar çoktu ki. Yüreğim daraldı. Biraz internet karıştırsalardı keşke gelmeden. Süpermarket gezer gibi fuar geziliyor ve raftaki ürünü bile üzecek sığlıkta sorular soruluyordu. Çoğunluk böyle olunca, gelen bilinçli bir ziyaretçi, sorduğu akıllı ve onun bilgi ihtiyacını giderecek bir soru, lezzetli ve serin bir su gibi beni mutlu etti. Bazıları (yaşları 20nin üzerinde) anne ve babalarıyla dolaşıyor ve sorular  veliler tarafından soruluyordu. Sanırım giderilen merak öğrencinin değil, velinin ihtiyaçlarına yönelikti. Buna karşılık pırıl pırıl bazı çocuklar, yanlarında velileri olsa bile kendi adlarına kendileri konuştular (çok şükür böyleleri de var). Bazı öğrencilerin kendini ifade etme becerisi nerede ise yok idi. “Hani, mesela, şey, yani .....” dolu cümlelerle birşeyler anlatmaya çalışıyor ve anlaşılmayı bekliyorlardı. Hele bazılarında ne istediğini bilmemek ve kendini ifade edememe becerisi birleştiğinde çekilen ızdırap karşılıklı oluyordu. Of ki ne of. Gençlere üniversitelerde kendilerini etkili ifade edebilmeleri için konuşma dersleri verilse ne iyi olur. Bazıları o kadar hızlı konuşuyorlardı ki. Bazıları da vurguları tamamen yanlış yerde yapıyorlardı. Bu tarzlarının, iletmek istedikleri sorunun anlaşılmasını nasıl olumsuz etkilediğinin farkında da değillerdi.
Bütün bunlara rağmen, eğitim ile ilgili sorular, elinden geldiği kadar doğru bilgi ile yardımcı olmaya çalışan danışmanlar, öğrenciler, derken inanın tekrar üniversiteye gidesim geldi. Burnumun direği sızladı.
Bu arada içimi döküp bende rahatladım. Yazabilmek ne güzel.

22 Ekim 2010 Cuma

Günün Düşündürdükleri 22.10.2010

Birkaç gündür içim yine pırpır ediyor. Birsürü duygu arasında hoplaya zıplaya dolaşıyorum. Öyle sırayla dokunmak yok. Sanki tüm duygular öne geçmek için dirsekleriyle birbirini itiştirip duruyor. Bir yavaşlıyor, bir hızlanıyor. Bunu duyup ben koşuşturdum sanmayın sakın. Ben gayet sakin ve yavaş yaşarken, içimde bir halk maratonu gerçekleşiyor.
Sonunda kendimi toparlamaya karar verdim. İlk iş olarak aklıma her geleni yazdığım, küçük, büyük tüm not kağıtlarını önüme koydum ve kendime bir yapılacaklar listesi oluşturdum. Geçmişte, böyle listelerim dönem dönem hep oldu. Yaptıklarımın üzerini çizdim. Bundan keyif aldım. Sonrada sırayla gitmeyip canımın istediğini yapmayı tercih ettiğim için elimde üzeri karalanmış, ama arada karalanmamış maddeler olan birçok düzensiz sayfa ile kalakaldım. Eh zaten serde dağınıklık var (kafam 52 yıldır bu konuda toparlanmaya direniyor), sıkılıp liste yapmamaya başladım.  Oysa bu sefer teknolojinin nimetlerinden faydalanarak listemi bilgisayarda yarattım. Altına da Gerçekleşenler bölümü açtım. Yaptıkça kes – yapıştır mantığı ile 2 gündür yaşıyorum. Bu sefer kararlıyım bu yöntemi çok uzun ömürlü kılmaya.
Bu arada Meral Tamer’in kitabını okudum. “Aşkolsun Kanser” güçlü bir kadının hayatından kesitleri kronolojik bir sırayla anlatıyor. Yine hayran kalınacak bir kadın. Meral Tamer, Nermin Abadan Unat, Türkan Saylan gibi kadınlar, çevrelerinde olmak için çaba harcamamız gereken insanlar. Enerjileri bize biraz bulaşsa yeter. Yok yok bana yetmez. Bilgi ve deneyimlerini de istiyorum ben. Hayata bakışlarından da çok şey öğrenmek istiyorum. Onlarla birlikte koşabilmek istiyorum. Çok istiyorum hemde. Kitaba geri döneyim. Hayat dersi adeta. Her noktası örnek olarak anlatılabilecek bir mücadele ve hayatına sahip çıkma. Ayrıca kansere bakış açısı, sağlığa yaklaşım. Çok şey öğretiyor. Bu kitabıda herkese öneriyorum.
 Bu yazı öyle yazıldı sanmayın sakın. Facebook’ta Didem Gürcüoğlu Tekay’a mesaj yazıyordum. Türk kahvesi içerken çekilmiş bir fotoğrafı var. Nasıl kahve kokusu aldım fotoğrafa bakarken. Hemen kendime bir Türk kahvesi yaptım ve yazmaya başladım. Gerisi kendiliğinden oldu. Sonra kendi falıma baktım. Bir hareket, bir hareket, sormayın gitsin.

19 Ekim 2010 Salı

Günün Düşündürdükleri 19.10.2010

Çok ara vermişim.
Yorgun hisettiğim, sürüklenerek yaşamayı tercih ettiğim bir hafta geçirdim. Sürüklenerek yaşadığım zaman da, seçerek yaşadığım günler gibi fazla hızlı geçiyor. En son Salı günü birşeyler karalamışım. Yine Salı oldu. Bu kez farklı bir Salı. Hava hala gri, Hava ısısı garip. Kalorifer yanmıyor. Ben üşüyorum. Ancaaaak kendimi çok enerjik hisediyorum. Kafamda fikirler yine uçuşmaya başladı. Not defter çıktı. Yine bir ömre yetecek notlar alındı. Kafamın içinde fikirler hoplaya zıplaya dolaşıyor. En güzeli kitap bitti.
Güçlü, savaşçı, pes etmeyen yaşama sıkı sıkı bağlı, dolu dolu yaşayan insanlara, özellikle kadınlara anlatamadığım bir hayranlık duyarım. Keyifle, yorulmadan, inançla hayatlarının her anını değerlendirirler. Söylenmek yok, şikayet yok, homurdanma yok, başkalarını suçlama yok. Yüreklerini titreten ne ise hedefe kilitlenirler (bazen hedeflere) ve mucizeler yaratırlar. Kendileri, çevreleri, dokundukları herşey için.
Son idolüm Nermin Abadan Unat. Sedef Kabaş’ın “Hayatını Seçen Kadın” adıyla kitaplaştırdığı söyleşiyi su içer gibi, nefes almadan, hayran kalarak okudum. Hayat böyle yaşanır. Böyle mücadele edilir ve mücadeleden zevk alınır. Böyle sevilir. Bu kitabı yalnız kadınlara değil, herkese öneriyorum. Şikayet eden herkese ise zorunlu okuma kılınmalı. Yürekten istemenin, hayatını başkalarının eline bırakmamanın, kendini sürekli geliştirmenin, çevre ile severek paylaşmanın en güzel örneklerinden bir yaşam. Bunları okuyup kolay bir hayat yaşadığını sanmayın Nermin Hanım’ın. Çok insan anlatılan zorlukların daha başında pes eder. Yıkılır, mahvolur. Karalar bağlar, kendine acır. Velhasıl kurban rolüne hemen girer. Fakat Nermin Hanım hayatının iplerini eline almış. Bu yaşta dahi hep bir adım daha öne gitmenin peşinde üretiyor. Evrenin ona bahşettiği yaşamı fazlası ile geri veriyor. Ve her adımda aldığı hazzı iletmeyi başarıyor.
Ders gibi bir kitap. Yüreğimi titreten bir ders. Öğrencisi olmadım fakat bu kitaptan da çok şey öğrendim.
Sedef Kabaş’a bu çalışması için, Nermin Abadan Unat’a hayatını böyle sahiplenerek yaşadığı ve bizimle paylaştığı için çok teşekkür ederim.

Günün Düşündürdükleri 12.10.2010

7 Eylül’den beri Okay Temiz Ritm Atölyesi’nde ritm derslerine katılıyorum. Zor, çok zor. Bir o kadarda keyifli. Belki de yolun başında olmanın verdiği bir yanı da, şaşırmamak için çok yoğun odaklanma gerekliliği. Okay Hoca’nın dediği gibi “meditatif” bir yönü var. Ders bitimi eve dönerken bunun doğruluğunu farkettim. Bugün bilemediğim bir nedenle çok yorgundum. Gitmemeyi düşünecek kadar. Hava yine gri paltosunu giymiş, insanda enerji bırakmıyor. Herşey için ilave çaba harcamak zorunda hissettiğim bir gün. Yoga bile fayda etmedi. Buna karşılık 2 saat şaşırmadan ritm tutturmaya çalışmak vitamin C etkisi yaptı. Müziğin mucizevi etkisi ile ilgili deneyimle öğrenilmiş bir bilgi işte.

Günün Düşündürdükleri 11.10.2010

Dolu dolu geçen bir gün. Dostlar ile dolu bir gün. Planlanmış, planlanmamış karşılaşmalar.  Beni çok besleyen, paylaşım dolu bir gün.
Çok tempolu başladı. Müşterisini azarlayarak konuşan, iletişim becerisi yoksunu, mutsuz bakışlı bir güzellik uzmanı ile başladı aslında. Eskiden sinirlenirdim. Bugün onun için üzüldüm, çünkü neler yansıttığının farkında bile değildi.
Sonra keyifli bir Kanyon öğleden sonrası. Önce Remzi Kitapevi geleneksel ziyareti. Meral Tamer’in kitabını aldım. Ve 2 tane Louise Hay. Bu ara yine okuyabileceğimden fazla kitap alıyorum. O kadar çok bana hitap eden kitap var ki. Aldıklarımı hiç bitirebilecek miyim bilemiyorum.Ardından bir can dostu ile yenen güzel bir öğle yemeği. Bakışlarımı çözebilen insanlarla konuşabilmek, duygularımı onlara aktarabilmek, üstelikte bunu sonsuz bir güven duygusu ile yapabilmek büyük bir lütuf.
Sonra Semih Bey ile yıllar sonra karşılaşma. Ne hatıralar geri geldi. Bütün JTI yılları. İlk yıllarda satış ekibi ondan ne çok çekinirdi. Çok keyifle içilen çaylar. 5 yılın hızlı bir özeti. Yetmedi. Birdaha yapmak gerekli. Çok güzel yıllardı. Çok şey kattı bana. Ah JTI. Müthiş bir okuldu. Orada geçen 14 yıla ne çok şey sığdı. Ne çok şey öğrendim. Ne kadar büyüdüm orada. Dostluklar, arkadaşlar, mücadele ve saymakla bitmeyen hayat dersleri.
Bu tempoda yoğun bir final. İstanbul trafiğinde Anadolu yakasına geçmek ve Şiddetsiz İletişim Grubu ile aylar sonra yine müthiş bir zaman geçirmek. Ne ekipmiş. Aramızda olsaydınız eğitimimiz niçin 2 yerine 3 gün sürdü, niçin o kadar yoğundu anlardınız. Müthiş kadınlar grubu. Eğitimden sonra neler yaptığımızı anlatmak 6 kişi için 3 saat sürdü. Herkesin son 5 ayı yoğun, dolu ve müthiş geçmiş. Enerji inanılmazdı.
Dolu dolu geçen bir günün sonuna geldim. Her yeni gün yeni duygular yaşatıyor, yeni düşünceler doğuruyor. Ne güzel. Bakalım yarın neler getirecek?

Günün Düşündürdükleri 10.10.2010

Dostluk nedir? diye bugün aklıma bir soru düştü. Çünkü bu sabahı bir dostumla geçirdim. Ne zaman bir araya gelsek, derdi dahi olsa, etrafını, özellikle beni tarafsız dinleyebilen, söylediklerimi dinleyip duygu ve veriyi ayrıştırabilen, dolayısı ile hayatın getirdikleri her ne ise onları daha dik omuzlar ile ve daha hafif bir ruh haliyle karşılamama bilmeden destek veren bir insan.
Onu ve diğer “dost” olarak nitelendirdiğim kişileri düşündüm. Ben onları niçin bu sıfat ile ödüllendirdim? İlk aklıma gelen de beni hiç yargılamadıkları oldu. Sonra beni olduğum gibi kabul ettikleri, sonra beni duydukları, sonra gitmek istediğim yolda bana fikir verirken kendi korkularını işe hiç katmadıkları.
Yargılanmaktan oldum olası rahatsız olmuşumdur. En sevdiklerimin bile böyle davranması beni hep ürkütmüştü gençliğimde. Yargılanmamak için birşey paylaşmadığım, ilişkilerimi yüzeysel tutmayı tercih ettiğim, bu yüzden çok yorulduğum günleri bilirim. Büyümenin bir güzel tarafı da, duygularımı korumayı öğrenmek, mümkün olduğunca olanları ve söylenenleri kişisel almamak ve hayat tarzı yargılamak olan kişileri hayatımdan ayıklama cesaretini gösterebilmek.
İnsanın olduğu gibi kabul edilmesi müthiş bir duygu. Kendimi anlatmak için çaba harcamadan, yorulmadan, yine de yoğun bir şekilde kendimi paylaşabilmek insanı güçlendiren bir deneyim oluyor her seferinde. Yine aynı duygu içimde: Yargılanmamanın verdiği hürriyet  ve güç. Ayrıca cesur insanlarla çevrilmiş olmanın verdiği bir güven duygusu. Çünkü ancak cesur olanlar farklı ve değişik olan insanları, fikirleri, deneyimleri,  onları yargılamadan, oldukları gibi kabul edebiliyorlar.
Bunlar benim dostlarım. Beni tarafsız olarak dinleyip benim anlayabileceğim destekleriyle hep yanımdalar; doğrularımı görmem için bana ayna tutarak, beni dinlerken, kendilerini, korkularını heyecanlarını duyduklarına katmayarak, benimle tüm paylaşımlarında yanımda yer alarak gözümde hergün daha da büyüyen, takdir ettiğim insanlar. Sağ olun can dostlarım. Var olduğunuz için, dostum olduğunuz için çok şanslıyım.

Günün Düşündürdükleri 07.10.2010

Hayattaki en büyük ödüllerden biri insanın sevdiği işi yapabilmesi ve onu heyecanlandıran sonuçlar elde edebilmesi. Bugün öyle bir deneyim yaşadım.
Bir süredir, genç ve enerjisi bir zamanlar yüksek olan, şu anda ise yorgun bir dönemden geçen bir şirkete İnsan Kaynakları Danışmanlığı yapmaktayım. Kurumsallaşmaya karar vermiş, pırıl pırıl insanların çalıştığı bir yer. Onları dinledim. Süreçlerinde ne gibi eksikler var gözlemledim. Sonrada bunlar üzerinde çalışmaya başladık.
Hepimizin dinamikleri çok farklı, algıları çok farklı, kendimizi ifade etmek için kullandığımız dil çok farklı. Onlar yıllardır bir arada, konuşmadan, sorgulamadan birçok şeyi yapar, ve iletişim kurar hale gelmişler. İşte burada tehlike çanları çalıyor. İletişim körlüğü oluşmuş. Beraber büyürken farklılıkların getirdiği yorgunluklar olmuş. Onun için yönetim becerilerinde bir körlük oluşmaya başlamış.
Yaşadığım deneyime geri gelirsek (çok dolaşmışım, kusura bakmayın), üzerinde en son çalıştığımızr süreç işe yeni başlayanlar için Oryantasyon Deneyimi oluşturmaktı. Yeni bir işe ilk başladığım günleri hep hatırlarım. En ürktüğüm günlerdir. Burada ne dil konuşulur, çalışma arkadaşları bir şeyi telaffuz ederken, yaparken ne demek istiyorlar? Bu sorular beni felç eder. Ama serde “cesur” lakabı var ya. Bunu farkettirmemek için ekstra çaba harcarım. O ilk hafta yaşadığım yorgunlukların temelinde ağırlıklı olarak hep bu yatar. Onun için oryantasyon benim hep önceliklerimden oldu. Verirken de titizlendim. Alırken de titizlik bekledim.
Burada hazırlarken bu işten sorumlu olan şirket temsilcisi arkadaşımla çok emek harcadık. Bu olayın sahiplenilmesini sağlamak, aynı dilde yalın bir şey hazırlamak darken neredeyse 1.5 aya yayılmış 6 işgünü geçirdik. Ve bu hafta işe yeni bir arkadaş başladı. İşte fırsat. Oryantasyonun yarattığı etki beklediğimizin ötesindeydi. Yeni arkadaş kendisi için hazırlanan bu sunumları, aktarmak için ayrılan zamanı, hedeflediğimiz gibi kendisine verilen kıymetin bir göstergesi olarak gördü. Bingo. Amacımız zaten bu mesajı vermek. İşe yeni bir eleman almak kolay bir süreç değil. Çalışma ortamına her bakımdan katkıda bulunacak, ve potansiyel olmasını, sizinle birlikte uzun yıllar kalmasını arzuladığınız kişiyi seçmek çok emek gerektiriyor. Bulduktan sonra onu mutlu etmeniz gerekiyor ki hep sizinle olsun.
Profesyonel ve kıymet verildiğini gösteren bir “hoşgeldin”den daha kıymetli bir başlangıç olabilir mi?
Benim ödülüm buna katkıda bulunduğumu tekrar görmekti. Çok çok büyük bir ödül oldu.

Günün Düşündürdükleri 06.10.2010

Bugün çok ağır başladı, keyifli ve mutlu bitti.
Kalın, gri palto giymiş bir gökyüzüne uyanınca dünyaya tersinden bakıyorum. İşte öyle bir sabahtı. Canım ne çalışmak, ne kitap okumak istedi. Enerjim yerlerde süründü. Baktım olacak gibi değil, kendimi attım dışarı. 2 saatlik sıkı bir yürüyüş, emin olun herkesi kendine getirir.
Günün yıldızı, 33 yıl sonra gençlik arkadaşım Nuri Koçak ile kahve içmek oldu. Gençliğimiz hakkında, Emirgan hakkında ne kadar çok anıyı, ne kadar sevgiyle saklamış. Saatlerce konuştuk. Hatırladıkça hatırladık. Koşuşturmanın içinde ne kadar çok anıyı gömmüşüm derinlere. Beni ben yapan yılları unutmuşum.
Hatırlamakta, neler yaşadığımı hisetmekte hala zorlanıyorum. Herşey bir sis perdesinin arkasında. Duygular bile gömülü. Daha çok bir araya gelmeli, daha çok konuşmalıyız. Hepimizin o yılların bilgisine ihtiyacı var. Bugünün temelinde sis perdesi arkasındaki deneyimlerimiz var. Onları gün ışığına çıkarmalıyız. Hatırlaması müthiş bir keyif. Hayatımda nadiren kullandığım “keşke......”ifadelerinden birini kullanacağım. “Keşke günlük tutsaymışım”. Eh zararın neresinden dönersen kardır. İşte” Günün Düşündürdükleri” yazıları bundan sonraki yılları unutmamamı sağlayacak.
Sonraki unutulmaz keyif, can dostum Belkıs Kazmirci ile içtiğim kahve oldu. Bilgisine, kültürüne ve özellikle cesaretine çok büyük saygı duyduğum Belkıs. İnsanın güveneceği dostu olması, hayattaki en büyük ikramiyelerden biridir. Belkıs’ta benim ikramiyelerimden biri.Belkıs yaşadığın tüm zorluklara rağmen dimdik ayaktasın ve pes etmiyorsun. Sana ancak saygı duyulur. Canım arkadaşım.
Bu kadar duygunun içinde klasik bir İstanbul manzarası: Yağmur, trafik ve araba yığını. Blok halinde duran araba yığını. Ve bir ulaşım rekoru. Levent Çarşı metro önünden, Club Sporium’a kadar 35 dakikada gidiş. Yürüsem daha hızlı giderdim. Ama bu bile keyfimi bozmadı.
Zor başlayıp, keyifli biten bir gün. Nice keyifli günlere.

Günün Düşündürdükleri 04.10.2010

Bugün yoga derslerinde kış programına başladık. Bilmeyenlere, benim için bunun anlamı Pazartesi akşam dersleri demektir. Yani çok fazla ışık yok. Daha kolay konsantre olabilmek, dinginliğime kestirmeden ulaşmak demek.
Bu kez bir de yenilik vardı. 2 yeni katılımcı. Yeni başlayanlar beni hep heyecanlandırır. Aynı dili konuşacağım, frekansımın yakın olacağı Yoga Cumhuriyeti vatandaşları artıyor anlayacağınız. Bu yılki önemli yeni vatandaşımızlarımızdan ilki İlhan Eksen. Yeri ayrı. Öncelikle ilk hocam Oya Hanım’ın eşi olduğu için. Sonra da yazdığı güzel kitaplar için. Diğer önemli vatandaşımız ise Mete arkadaşımız. Kendisi ile yıllar önce dersler Yüzme İhtisas Kulübünde yapılırken yan yana ders yapmıştık. Mete’nin de yeri ayrı. Sevgili Oya Hanım’ın yazdığı kitabın grafik tasarımını yapmıştı.
Bu dersin ayrı bir özelliği daha vardı. Genellikle yeni başlayanlar dersin temposunu bir süre için olumsuz etkiler. Onlara daha fazla açıklama yapmak gerekir, hareketleri iyi anlamaları için. Bu da benim konsantrasyonumu olumsuz etkiler. Bu ders durum farklıydı. Sanki yıllardır birlikte yoga yapıyormuşuz  gibi bir uyum vardı salonda.
Beril, bu Pazartesi akşamının dördüncü üyesi idi. Taze yoga hocası Beril. Ne kadar haz alarak derse katılıyordu. Bu yaz katıldığı kurs onu ne kadar daha da olgunlaştırmış. Beril ile birlikte ders yapmak çok keyifli. Ders su gibi akıyor.
Ve sevgili Tina. Yıllar önce yanyana yoga yaptığım arkadaşım. Gurur duyduğum hocam. Ne kadar yol aldın. Yoga’yı ne kadar içselleştirdin. Senin öğrencin olmaktan çok keyif alıyorum.
Ne yazık ki benim için önemli bir eksik vardı.İrem’ciğim neredesin? Çok özledim. Torun sahibi olunca bizi unuttun. Gel artık.
Bana yogayı anlatmamı isteyenleri cevaplarken büyük laflar edemiyorum. Aklıma söyleyecek kitabi sözler gelmiyor. Sadece ne hissettiğimi biliyorum. O sükuneti, dinginliği, verdiği huzuru aldığı yorgunluğu anlatabiliyorum. Nasıl hissettiğimi en doğru anlatan ifadem de “Kendimi sinirleri alınmış gibi hissediyorum”.  Yoga olmasaydı hayatımın iplerini elimden kaçırabilirdim. Kaç kere sinirlenmek üzereyken kendimi diyafram nefesi alırken yakaladım. İyiki başlamışım. Sağolun Servisimin Hanım, sayenizde oldu.
Son olarak sağolasın İpek. Bize Yoga Darga gibi huzurlu bir varolma alanı yarattığın için sağol, varol.