23 Mart 2011 Çarşamba

Günün Düşündürdükleri 02 Mart 2011

Dün eczaneden ilaç aldım. Vitaminler, balık yağları, alerji ilaçları vb. Eczacı kalfası kutuları bir naylon poşete doldurdu. Poşet Pfizer'in reklamını yapıyor. Üzerinde Beyşehir Gölü'nün yemyeşil bir fotoğrafı. "Önce ve Daima" yazıyor poşetin üzerinde. İlk izlenimim "ne güzel, doğanın korunması ile ilgili mesaj veriyorlar" oldu. Sonra durumun ironisini farkettim. Doğa ile ilgili mesaj veren, sağlığımızı emanet ettiğimiz bir ilaç firması, koskoca Pfizer, reklamını yapmak için naylon poşet kullanıyor ve doğaya, ekolojik dengeye zarar veriyor. 2007 verilerine göre pazar payı %6.2. İlaç firmaları arasında o dönemde bir numara. Sitesine bir baktım ki para kazanmaktan başka kaygıları yok. Ne insan, ne doğa umurlarında değil.Çok yazık.

Günün Düşündürdükleri 13 Mart 2011

"1000 Volt"un önüne arabamızı park edemedik. Bundan sonra acaba o kaldırımda yürümekte mi yasak olacak?


İstanbul'da yaşayan herkes aracını park etme sancısını sürekli yaşar. Sancıyı yaşar ancak belli kurallar içinde çözümünü bulur. Herkesin bildiği kurallar. Garaj girişlerine ölseniz park etmezsiniz. Başka arabanın geçişine engel olmazsınız örneğin. Otopark olmayan semtlerimizde, yani neredeyse bütün İstanbul'da başkalarının güvenliğini tehlikeye sokmadığınız, trafik kurallarını ihlal etmediğiniz sürece neredeyse heryere aracınızı bırakırsınız. Olabilecek en kötü şey aracınız çekilir. Yani bu akşama kadar ben böyle bilirdim.

Bu akşam şehir eşkiyalığı denecek bir deneyim yaşayana kadar ben böyle bilirdim. Ama belli ki kurallar değişmiş. Bizim haberimiz olmamış. Akşam saat 9 cıvarında eşimle birlikte Levent'te Nispetiye Caddesi üzerinde oturan bir arkadaşımızı ziyarete gittik. Herzaman yaptığımız gibi caddeye paralel sokaklara saptık. İş yeri ağırlıklı bir yerleşim olduğu için mesai saatleri sonrasında kolay yer bulunur diye düşündük. Nitekim Çalıkuşu sokakta yanyana yer alan 2 garaj girişinden hemen sonra 14 numaralı  2 katlı işyerinin önünde boş bir yer bulduk .  Arabayı park edip yola koyulmuştuk ki arkamızdan biri seslendi: " Buraya mı geldiniz?" Sokakta bizden başka kimse yok. Doğal olarak sesin geldiği yöne döndük. Kapısında "1000 Volt" yazan işyerinin güvenlik görevlisi bize sesleniyor. Arabamızı oraya park edemeyeceğimizi söyledi. Gerekçesi ise çok acıklı. Önce kapı önünün onlara ait olduğunu söyledi. Sonra sırasıyla gelen olabileceğini, patronun kapı önünde inmezse çok kızdığını, gece yalnız kendisinin orada olduğunu ve gelen olursa ve kapının önü boş değilse kendisinin o aracı park etmek için güvenlik kulübesinden uzaklaşmak zorunda kalacağını sırasıyla paylaştı. Söylediği gerekçeler bizim tarafımızdan onaylanmayıp, mantığının yanlışlığı ona bile anlatıldıkça sıradaki daha anlamsız gerekçeyi sıraladı. Sıraladığı gerekçelerin akşam saat 9'da nasıl anlamsız ve komik olduğunun farkında bile değildi. 

Birisi bana bunun ne anlama geldiğini anlatabilir mi? "1000 Volt" adlı post-prodüksiyon şirketi kapısında park edilemeyecek kadar güçlü mü? Bu nasıl bir şirket ki , güvenlik elemanı vatandaşın hakkına karışacak gücü kendinde buluyor? Bu nasıl bir şirket ki, eğer güvenlik görevlisinin sıraladığı gerekçeler doğruysa, vatandaşın hakkına tecavüz etme hakkını kendinde buluyor? Merak ettim bundan sonra acaba "1000 Volt"un kapısının önünden yürümekte yasak mı olacak? Güvenlik görevlisi çıkıp "buradan yürümeyin, patron kızıyor" derse vatandaş hakkını nasıl koruyacak? Patronun acaba böyle kullanıldığından haberi var mı?

Ben bu durumu şikayet etmek istiyorum . Lütfen şikayetimi nereye yapabileceğim konusunda bana yardımcı olur musunuz?

Günün Düşündürdükleri 17 Mart 2011

Kaç zamandır beni şöyle bir yoklayan konuyu bugün paylaşmaya karar verdim: Danışanlarımdan öğrendiklerim, koçluk yaparken hissettiklerim.
6 yıl önce JTI merkez ofisini İzmir’e taşımaya karar verdiğinde, hayatıma yeni bir yön çizmek istedim. O yönün işaret levhaları üzerinde yazanlar arasında koçluk yapmakta vardı. Çok fazla bilgim olmayan, ancak bildiğim kadarıyla beni büyüleyen bir konu. O yılın Mart ayında Dost Can Deniz’in yönlendirmesi ile hem Cesur Koçlar’a katıldım, hem de Gestalt eğitimi yolculuğuna başladım. Meğerse bitmeyen bir yolculuğa çıkmışım. Yol aldıkça, insanın daha da yol alası gelen bir yolculuk. Nerede biter, hiç bilmem. Bildiğim bu yolculuğu çok ama çok sevdiğim ve bitmesini istemediğim.
Sevince çok amatörce olsa dahi dostlarıma koçluk yapmaya başladım. Kulaklarımda hep Dost’un şu ifadesi çınladı: “Danışanlara biraz haksızlık oluyor. Onlar para ödüyorlar. Biz hem para kazanıyoruz, hem de çok şey öğreniyoruz.” Haklılık, haksızlık kısmına dokunmayacağım. Beni en çok etkileyen bölümü “çok şey öğrenme” ile ilgili olanı. İnsanla ilgili çok şey öğrenmek bir yana, her görüşmede kendimle ilgili ne kadar çok farkındalık yaşadığımı gözlemledim.
Şubat ayından beri koçluk artık benim için yaşamımı kazandığım mesleğimin ayrılmaz bir parçası. Doya doya yaşadığım bir bölümü hemde. Görüşmeler sonrasında genellikle kendimi enfes bir kakaolu kek yemiş gibi hissediyorum. Pofuduk, yumuşacık, biraz nemli, hafif tatlı. Dün yaptığım bir görüşme sonrasında kakaolu kekin yanına bir de nefis bir çay tadı kattım. Yani ağzımda kakaolu kek tadı, yüreğimde kek ve yanında muhteşem bir çay ile geçirilmiş anların hazzı. Bağımlılık boyutunda bir keyif.
Peki danışanlarım bana neler öğretti? Öğretti mi, fark etmemi mi sağladı? Bilmiyorum. Bildiğim şu ki, insanın yüreğine dokunduğunda yüzünde yanan ışıkların voltu değişiyor. Mutluluk veren ışıklarda tarifi imkansız bir aydınlanma, kızgınlıkta kararma. Derin üzüntü kül rengi, geçmişin güzellikleri pastel tonlarda. Farkettim ki karşımdakinin anlattıkları bana da dokunuyor, ama benim ona alan açmak için yutkunmam ve dinlemem danışanıma çok daha faydalı. Benim aklıma ihtiyacı yok. Yalnız olmadığını duymak onun için yeterli. Farkettim ki insanlar yargılanmayı sevmiyor. Yargılamadan dinlediğim için bana güveniyorlar ve bunun sonucunda cevaplarını kendileri buluyorlar. Farkettim ki insan kendi cevabını bulunca harekete geçiyor, kendine direnmiyor. Farkettim ki insanın olduğu gibi kabul edilmeye ihtiyacı var. Doğrular sonsuz. Kendi doğrularını keşfetmeye ihtiyacı var. Ve bu doğruları beceri ile kullanması için danışanımın yanında yer almam ona verebileceğim en faydalı destek. Farkettimki kabul gören insan gücünü keşfetmeye, gücüne güvenmeye başlıyor. İşte bu noktadan sonra kimse onu durduramıyor. Büyüyor, büyüyor, büyüyor.
Ve farkettim ki bunlar koçluk yaparken benimde başıma geliyor.

Günün Düşündürdükleri 10 Mart 2011

2 haftadır yeni bir heyecan dalgası içimi kaplamış durumda.
Yeni bir eğitim hazırlamam gerekiyor. Sepetimde olmayan, ancak bayıla bayıla üzerinde çalışacağım bir konu. Ana tema pozitif düşünce ve insanın kendi motivasyonunu arttırması.
Bu durumda Yüsra ne yapar? Önce bir baş ağrısı çeker. Sonra telaşlanır. Sonra internetten dünyanın malzemesini bulur. 7-8 kitap ısmarlar. Bir sürü makale okur. Sonra herkesin uyuduğu bir zamanda salonda volta atmaya başlar. O ilk cümle bulunana kadar ızdırap çeker. İlk yansıyı çizer. Ve rahatlık. Ondan sonraki süreç daha kolay akar. Izdırap bitmez, ama hayat akmaya, yani Yüsra nefes almaya başlar.
Peki şimdi hangi aşamadayım? Başağrısı ve kitap ısmarlama adımlarını geçtim. Ismarlananlar geldi. 2 tanesi okundu bile. Remzi Kitapevi ziyaret edildi ve her ne hikmetse pozitif düşünce ile ilgili bir çok kitap karşıma çıkıverdi. Tabii ki bazıları (allahtan hepsi değil) alındı. Algıda seçicilik bu değilse ne? İhtiyacım olan kitaplara karşı mıknatısvari bir çekim sergiliyorum.
En güzel duygu ise dün koltuğumda otururken hissettiğimdi. Elimde “The Art of Possibility”. Yanımda bir yığın kitap. Aklımda başvurabileceğim başka kaynaklar. Yeni oyuncak almış çocuk gibiydim. Kitap bitince yanımda ki yığına baktım. Kendimi hangi tatlıya saldıracağını bilmeyen bir çocuk gibi hissettim.
Bu arada en son yazımdan sonra Runtalya’yı izlemek için Antalya’ya gittim. Çok güzel organize edilmiş bir hafta sonu idi. Güzel dostlar, amacı olan insanlar, birbirine destek olan arkadaşlar, hayata bütün güçleriyle asılan engelliler. Duygu dolu, heyecan dolu bir haftasonu idi. Bir kez daha hayattan şikayet eden, mızmızlık yapan herkesin böyle bir şımarıklık yapmaya hakkı olmadığını gördüm. Yarı maratonu bitiren herkesin, özellikle engelli katılımcıların yüzlerindeki ifadeyi görseydiniz sizde aynı şeyi düşünürdünüz. Amacı uğruna herkes canını dişine taktı ve başardı.
Ve kader. Eskiden oğlumun peşinde tenis turnuvalarını gezerdim. Şimdi kocamın peşinde maratonları izlemek sanırım yeni kaderim. Az önce geldi ve müjdeli haberi verdi. Mayıs’ta Bozcaada maratonu için hazırlıklara başlıyorum. Beklerim.

Günün Düşündürdükleri 03 Mart 2011

Arkadaşlarım sağolsun. Tali yol bulunmuştur. Madem google blogspot büyüklerimize uymadı, bende başına birşey gelene kadar worpress’e taşındım.
Yazmayalı çok olmuş. Özlemişim kendi kendime yazmayı. Arada bir eğitim verdim. Heyecanımı idare edilir boyuta geldi. Ama bu arada kendime yeni işkence yöntemleri geliştirdim Jİçimdeki sabotajcının ne kadar güçlü ve akıllı olduğunu hatırladım. Stres altına girince eski alışkanlıklar depreşirmiş meğerse onu keşfettim. İki yeni eğitim hazırlamam istendi. Heyecandan başıma ağrılar girdi. Kitaplar ısmarladım. Haftasonu eğitimlere gittim. Cirque du Soleil’i izledim. Cesaretlerine, sergilenen estetiğe, enerjilerine hayran kaldım. Yani nefes almadan yaşadım.
Sonra hayat nisbeten yavaşladı. Oh, çok şükür istediğim tempoya kavuştum. Bu hafta arkadaşlarımı görecek vaktim oldu. Dün İK ağırlıklı birgün yaşadım. Bugün çok keyifli 2 koçluk seansı, kakaolu kek tadında, çok çok lezzetli. Herşey artık daha bildiğim ve istediğim gibi. Bakalım bundan sonrası nasıl yaşanacak?
Çerçevemi yeniden, düzenini bilmediğim bir yerde çizme ihtiyacındayım. Kendimi rahat hissetmem, yüreğimdekileri daha derinden farkedip aktarabilmem için zaman gerektiğini farkettim.  Sakin ve keyifli, duygularım ve heyecanlarımla dolu, yüreğimdekileri aktarabildiğim yazılar yazabilmek istiyorum.