14 Aralık 2011 Çarşamba

Günün Düşündürdükleri 14 Aralık 2011

Günlerdir, boşluğun kenarında garip bir sükunet ile yaşıyor ve sadece gözlem yapıyorum.  Bir çok bilgi ile karşılaşıyorum, bazıları bir anda fotoğrafımın bir noktasına dokunuyor ve bir aydınlanma yaşanıyor. Bir anda “tamam şimdi anladım; biraz daha net oldu” diye düşünürken kendimi yakalıyorum. Sonrasında büyük bir rahatlama ve hafifleme. Yakalamalar bu aralar çok yoğunlaştı.

Birinci dokunuş 12 Aralık günü I. Koçlar Buluşması’nda sistemler ile ilgili paneli izlerken oldu.  Ve anlam veremediğim bir durum, yaşadığım bir sorun, “niye” “şimdi ne oluyor” sorularının cevabını bana verdi. Yaşamdaki dengeler çok hassas. Sistemlerimiz (yani ilişkilerimiz, yani iletişimimiz, yani neredeyse herşey) kurduğumuz dengelerin en ufak bir sallanmasından bile etkileniyor.  “Tamam, anladım” işte bununla geldi.  Farklı sistemler, birbirine dokunmadan bir arada yaşamaya çalışıyorlardı. Birindeki değişiklik, diğerinin dengesini bozdu. Dengeler hep pamuk ipliğine bağlıymış, onu gördüm. Hiç bir şeyin kişisel olmasına gerek yok.  Sisteminde değişiklik yap yeter. Başka sistemlere etki yapıyorsun istesen de, istemesen de. Sorun karşı taraf bunu kişisel aldığında oluyor. Eh, bunu fark eden ben olduğuma göre, bunun kişisel olmadığını paylaşmakta bana düşüyor.

İkinci dokunuş kendimi nasıl ve ne kadar durdurduğumla ilgili, yeni bir farkındalık getirdi. Ben kimim, neyim, bu yaşama, ilişkilerime ne getiriyorum sorularını hala yeteri kadar düşünmediğimi ( bunun yeteri kadarı var mı? Kafamdaki diğer soru), ihtiyaçlarımı farketsem de, onları gidermek için yeteri kadar hızlı hareket etmediğim ile ilgili. Sevgili Vivi, bunun için sana kocaman bir teşekkür borçluyum. Benimle ilgili gözlemini paylaşman, bir “Tamam”anı daha yaşattı. Henüz adlandıramadığım, doğru sıfat koyamadığım bir alanı öyle yalın ve zarif bir şekilde dile getirdin ki anlatamam.  Cömertliğimden söz ettin ve yaşamımda bir kaç taş daha yerine oturdu. Kendi belirlediğim sınırlar içinde yer verdiğim insanlarla, sahip olduklarımı paylaşmak, limitlerime saygı duyulduğunu hissetmek beni çok besliyor. Bunu yaptığım, kendime yapma izni verdiğim, yapabildiğim oranda kendimi çok güçlü ve enerjimi çok yüksek bir konumda buluyorum.  En keyiflisi de bunun yansımalarını duymak. Sanırım, bulaşıcı bir enerjim oluyor o zaman.

İşte böyle dostlar. Görüyorsunuz, çok küçük farkındalıklar fotoğraflarda büyük aydınlıklarla sonuçlanıyor. Hepinize, her ihtiyacınız olduğunda, “Tamam, işte budur” dedirten farkındalıklar dolu günler diliyorum.

9 Aralık 2011 Cuma

Günün Düşündürdükleri 09 Aralık 2011

Hayat çıkışlar ve inişler, mutluluklar ve çaresizlikler, sınırlar ve boşluklar, beyazlar ve siyahların toplamı gibi yaşanıyor.

Birgün boşluktasın. Sonra bir hoşluk yaşanıyor. Güneş parlıyor. Birden o boşluk doluveriyor. Bir süre o hoşlukla yaşıyorsun. Sonra bir temassızlık ve güm diye çakılıveriyorsun. Mutluluğun anlaşılıyor, coşuyorsun, anlaşılmıyor çaresiz hissediyorsun.  Hiç birinde sonsuza kadar kalmıyorsun. Algılarını açınca birinden öbürüne geçiyorsun, durmak istediğin yerlerde durabiliyorsun.

Uçlar birarada yaşanıyor. Denge için gerekli ama bazen insan bir uçta biraz kalmak istiyor. O zaman evren buna izin vermiyor. Mutlaka diğer ucu hatırlatacak bir deneyim yaşatıyor. Çok mutlulukta kalmak istiyorsunuz, üzüntüyü gösteriyor. Keyifsizliği doya doya içmek istiyorsunuz, gülümsetecek bir olay başınıza geliyor.

Sorun başkaları seninle birlikte veya senin yanında hareket edemedikleri zaman yaşanıyor. Veya sen onlarla hareket edemediğinde.   Duyulmadığını farkettiğinde veya duymakta zorlandığında. Uçları paylaşamadığında. Çabalar kişisel alındığında, yanlış anlaşıldığında.

Beraber dans edebilmek, uçları birlikte tutabilmek ne güzel olurdu.

23 Kasım 2011 Çarşamba

Günün Düşündürdükleri 23 Kasım 2011

Bugün muhteşem bir gün.

Korkunç bir başağrısı ile uykuya daldım dün gece. Ama ilaç almadım. Kendime Reiki ile enerji veriyorum. Dün akşamda öyle yaptım. Sabah kalktığımda hafiflemiş, içim aydınlanmış hissettim. Sonra can dostlarımda Zeynep ile Skype’ta bir koçluk seansı yaptık. Ve ben nasıl kendi başımı ağrıtıyorum, zihnimde herşeyi çözmeye çalışırken nasıl sağlığımı etkiliyorum, onu farkettim. Duyguların adını koymadığım zaman başım ağrıyor, sırtım ağrıyor, alerjilerim azıyor, midem yanıyor. Kendime ve duygularıma karşı dürüst olduğumda da hafifliyorum ve bütün bu sıkıntılar yaşanmadan hayatın içinde hafif, dimdik ve enerji dolu geçiyorum.

Bu koçluk seansında kendime yaptığım bir iyiliği farkettim. Zihnimde bildiğim, ancak yaşattığı hafifliği biranda farkettiğim bir iyilik. Duygularımı anlamayacaklarını farkettiğim, zihinsel olarak anlaşamadığım insanları hayatımdan epey ayıklamışım. Onların yerine, ruhumu ve zihnimi besleyenlerle kendimi çevirmişim. Bu öyle bir dolgunluk hissi veriyorki, gerektiğinde diğerlerinide zorlanmadan hayatımda tutabiliyorum. (Adını şimdi buldum. Patrick Ryan’ın radio programını dinliyorum. Etrafımda olmasına izin verdiğim insanlara “life giving energy” barındıranlar olarak adlandırıyor J )

Başka bir keyifte, değerlerim listesine yeni bir değer eklemek oldu. “To be connected”. Beni iyi tanıyanlar lütfen Türkçe’sini doğru bulmama yardım edin. Bu içimi çok zenginleştirdi. Kendim ile tanışma yolculuğunda bir eşikten daha geçtiğimi farkettim.

Patrick’in yukarıda sözünü ettiği programdan alıntılarımı paylaşmak istiyorum. Patrick koçluk eğitimi aldığım Coach Training Institute’un hocalarından. Şimdi kendi sitesi olan Awakened Wisdom ile çeşitli gelişim alanları açıyor ve bunu gönüllü paylaşıyor. Bu radio programları da onlardan biri. Bugün ilk programı dinledim. Adı “What Fear do You Hold and Wish to Release and How to do it”. “İçinizde barındırdığınız ve kurtulmak istediğiniz korku/lar ne,  ve bunu nasıl yaparsınız”
1-      Bugünkü düşünceleriniz, kullandığınız kelimeler aldığınız aksiyonlar güzellik yaratıyor veya dünyaya güzellik katıyor mu?
2-      Düşünceleriniz, kelimeleriniz ve aksiyonlarınız dünyaya “yaşam katan enerji” veriyor mu?
3-      Bugün yapabileceğiniz ve yaşamınızda değişime katkıda bulunacak bir aksiyon nedir?  Hergün, yaratmak istediğiniz değişime uygun, değişim başlatacak bir davranış değişikliğinde bulunmak çok güzel.
4-      Olan hiç bir şey kişisel değil.
5-      Zihninizde, gün boyu sizinle yürüyen soruya dikkat edin.
6-      Çevrenizde, size destekleyen kim var? Deneyimlerini paylaşacak, size ilham verecek ve deneyimleri ile size destekleyecek , buna karşılık size ne yapmanız gerektiğini söylemeyecek  kim var?

29 Ekim 2011 Cumartesi

Günün Düşündürdükleri 30 Ekim 2011

Yürek ne ister? Benim yüreğim ne ister?

Bu akşam dostlarla birlikte zaman geçirdik. Sohbetin bir noktasında kendimi bir arkadaşıma şu soruyu sorarken duydum: “Niye bunu yapmak istiyorsun?” “Bilmiyorum” diye cevap geldi. Soruyu bir iki kez daha yineledim. Yine aynı cevabı aldım. Yüreğim buruldu. Yaptığı birşeyden niye keyif aldığını bilmemenin nasıl bir kayıp olduğunu düşünüverdim. Halbuki onu bulmak, tanımak için zaman ayrılsa, benzer keyif verecek daha neler yapılabilir kim bilir.  Tesadüfen yaşanan şeylere yüreğim buruldu. Yüreğim ne ister? Benim için kıymetli olan herkesin, ailemin, dostlarımın zamanlarının kıymetini çok çok bilmesini ister. Bilmezlerse ne olur? Benim yüreğim  ancak burulur. Dinlerlerse anlatmak olur. Gerisi onların sorumluluğu.

Biraz geriye gideyim. 2 gün Sinan Erdem Spor Tesisi’inde WTA Kadınlar Tenis Şampiyonasını izledim. Büyülendim. Karşımda kanlı, canlı, puan sıralamasına göre dünyanın en iyi kadın tenis oyuncuları  var. Onları izleyince niye kortta onlar var, çok kolay anlaşılıyor Başarı yalnızca kabiliyet ile gelmiyor. Karşımda adanmışlık vardı, zihnini yönetebilme vardı, zihin ve yürek arasında birbirini anlama ve kabul etme vardı. Karşındakinden kendini koruyabilmek vardı. İç güçlerini nasıl farklı oranlarda yönetebildiklerini, bunun performanslarına nasıl yansıdığını gördüm. Hele sonraki iki gün maçları televizyonda seyretmeye devam ettiğim zaman, tüm bu farkındalığın üzerine birde yüz ifadelerini ve gözlerini de görünce yapabilen ile yapamayanın farkının ne gibi sonuçlar doğurduğunu daha da iyi anladım. Yüreğim ne ister? Yüreğim, ailemin ve dostlarımın kendilerini yönetebilecek kadar çok kendilerini tanımalarını ister. Başkalarının yarattığı etkilerin onları nasıl yönlendirdiğini farketmelerini ister. Ne zaman güçlüler, ne zaman olumsuz etkileniyorlar, ne zaman haz alıyorlar, bunu farketmelerini ister.  Sevdiklerim bunu anlamadığı zaman benim yüreğim burulur.

Biraz daha geriye gideyim. Birbirine geçmiş fırtınalar yaşadık hepimiz geçtiğimiz iki haftada. Askerlerimiz şehit oldu. Deprem oldu. Çok farklı tepkiler göstersek de hepimiz çok etkilendik. Kızdık, üzüldük ve biliyorum ki çoğumuz çok korktuk. Doğru olmadığını düşündüğümüz herşeye tepki gösterdik. Dönüp baktığımda geçmişte de benzer olaylara benzer tepkiler göstermişiz. Sonra da rahatlayıp sakinleşmişiz. Sonra sadece konuşmuşuz. Sonrada herşey çok tanıdık gelmeye başladığı için çoğumuz konuşmayı da bırakmışız. Ama çözüm getirecek, sabır ve özveri gerektiren hiç bir şey yapmamışız. Çevremde elini taşın altına koyan kimse göremiyorum. Yüreğim buruluyor. Sevdiklerimin sergilediği bu bencillik ve tembellik yüreğimi buruyor.  

Benim yüreğim çaba görmek ister. Benim yüreğim burulmamak ister. 

23 Ekim 2011 Pazar

Günün Düşündürdükleri 23 Ekim 2011

Çok kızgınım çok.

Bu kadar aptal bir millet olduğumuz için. Hatalarımızdan hiç bir şey öğrenmediğimiz için. Tembel olduğumuz için. Kafamızı kullanmayıp başkalarının söylediklerinin peşinden koyun gibi gittiğimiz için. İletişim kurmayı beceremediğimiz için. Birbirimizi dinlemeyi bilmediğimiz için. Başkalarının duygularını, ihtiyaçlarını hiç farketmediğimiz için. Burnumuzun biraz ilerisine bakmak zahmetine katlanmayan insanlar olduğumuz için. İnsanlara değer vermediğimiz için. Ve en kötüsü bütün bunları etrafımdaki “okumuş” insanlarda da gördüğüm için.

Kızgınlığı patlatan Van’daki deprem haberi oldu. İzledikçe içim köpürüyor. 5. Kat 1.kata inmiş. Yalova hikayelerini hatırlattı. Bir vatandaş “insan hayatıyla ticaret yapmışlar” diyor. Yıkılmış olan yeni bir bina. Diğeri yıkılan binada kalan eşi ve 4 aylık bebeği için ağlıyor. Büyük depremler geçirmiş bir bölgede yapılmış binaları görseniz. Kum gibi dağılmış duvarlar. Ortadan çatlamış binalar. Spikerin deyimi ile “katlar kadayıf gibi üst üste inmiş”. Kaos var. Cahilce kurtarma çabaları var. Çaresizlik var. Daha ne söyleyeyim.

Askerlerimiz şehit oldu. Bizi aptal yerine koyan basın var. Hamaset söylemleri ile duyguları körükleyen hükümetimiz var. Yanlış yerde yapıldığı belirlenmiş ama yeri değiştirilmemiş karakollar var. Bitmiş, artık sadece ismi olan istihbaratımız var. Birşey olmamış gibi yayına devam eden televizyonlarımız var. Yüreği yana analar var.

İnsanların içindeki vahşeti görmek var. Ölüye saygısızlık var. Sapla samanı birbirinden ayıramayan insanlar var. İnsanlar birbirini dinlemediği, kafalarının içindeki iç sesleri ile yaşadıkları için yanlış yöne giden konuşmalar var. Var. Var. Var.

Çok çok çok kızgınım.

12 Ekim 2011 Çarşamba

Günün Düşündürdükleri 12 Ekim 2011

İnsanları seyredip, bende yarattıkları etkileri farketmek, birbirine çok benzeyen insanların görülen fotoğraflarının arkasındakini merak etmek çok farklı bir deneyim.

Bugün Akmerkez’de Remzi Kitapevi’ndeyim. Çayımı içiyorum, nefis havuçlu kekimi yedim ve etrafımdaki insanları yaşıyorum.

İlk farkettiğim, bazı insanların ses ayarının olmaması. Saygısızlar mı yoksa kulakları mı yeterince duymuyor? Yoksa kendi kendilerine sürekli olarak “ben buradayım” demek ihtiyacı mı duyuyorlar? Karşımda 2 genç kadın oturuyor. Bir tanesinin ses ayarı hiç yok. Dekorasyon anlayışı, okuduğu kitaplar (anladığından da çok emin değilim), ofisi, yaptığı iş ile ilgili fikir ve yorumlarını tüm Remzi Kitapevi şu anda dinliyor. Modaya uygun giyinmiş olmak uğruna ayağında çok komik bir ayakabı.  Güzel kıyafetini bozmuş. Ayrıca son derece özensiz, salkım saçak bir saç. İnsanın kendi dünyasının merkezi olması güzel, ama başkalarını yok saymak pahasına mı?

Birde durmadan telefonla konuşanlar var. Bir kitapevinde alışılmışın üzerinde bir hızla durmadan hareket edip dikkat dağıtıyorlar.  Bir tanesi az önce canı gönülden “Allah belanı versin” dedi. Şimdide arkamda oturan hanım, ayarsız bir sesle hocası ile konuşuyor, hasbıhal ediyor. Etrafında insanlar çalışıyor mu, kitap okumaya mı çalışıyor? Hiç umurunda değil. Doktora program kazanmış ama saygıyı içselleştirememiş.  Konuşmak istiyorlarsa 2 adım ileride kapının önüne çıksalar, kimseyi rahatsız etmeden iletişim ihtiyaçlarını giderecekler, ama heyhat. Nerede o incelik.

Birde yüksek sesle konuştukları için çocuklarını usulca uyaran bir baba var. Allah allah, nereden çıktı bu uzaylı? J               

5 Eylül 2011 Pazartesi

Günün Düşündürdükleri 05.09.2011

Bugün benim doğum günüm J Saatlerdir süren korkunç bir başağrısına rağmen müthiş bir gün.

Sabah “çalışmam lazım” diye sürünerek uyanmak sonrasında, şimdi çocuklar gibi facebook’tan tebrik mesajlarını takip ediyorum. J Birden günüme heyecan katıldı. Hatırlanmanın dayanılmaz keyfini tattım yine. İçim kıpır kıpır.  Gelen tüm mesajlara teker teker cevap mı yazsam, yoksa akşam herkese teşekkür mü etsem. Derde bakar mısınız? J

Kendime yeni yaş hedefleri koymaya karar verdim bu yaşımda J Bu belge bütün gün açık olacak ve aklıma geldikçe yazacağım.

Başlıyorum:
1-      Bu yaşımda 2 yeni eğitim hazırlayacağım (aklım orada. Çarşamba eğitime gidiyorum. “Herşeyi unuttum” telaşımı zor sakinleştiriyorum J )
2-      Kendime daha da çok kıymet vereceğim. 53 yaşında oldum artık. Ben kendime verdiğim kıymeti arttırmazsam, kim yapacak ki? Büyümenin güzelliği, aslında herşeyin bende başlayıp, bende bittiğini pekiştiren deneyimlerin çoğalması.
3-      54. Yaşımda koçluk sertifikasyonunu almış olacağım. Yeteri kadar ayak sürüdüm. Artık hedefe kilitlenmek zamanı.
4-      Doğum günümü kutlayan herkesle önümüzdeki 12 ay içinde birşekilde görüşmeye çalışacağım. (Yurtdışında olanlarla Skype olur mu dersiniz) (Akşam 23:15 itibarı ile bu işlemin birkaç gün süreceğini farkettim)

Doğum günümü kutlayan herkesin adını listeledim. Mutluluktan ağlatan bir liste oldu. Ve bir kez daha şunu gördüm ki, hayatta ne ekersen onu biçersin. Herkese sevgi ile, onlara insan olarak kıymet vererek  davrandım.  Fazlası ile bana geri dönüyör.

Ailem, dostlarım, sevdiklerim. İyiki varsınız. Hayatın ne kadar yaşamaya değer olduğunu bir kez daha hissettirdiniz. Sağolun.

30 Ağustos 2011 Salı

30 Ağustos 2011


Bu sabah hepimiz bir arada kahvaltı ettik. J

Çocuklarımız yanımızda, Ali’nin hazırladığı menemen tabaklarda, simitler, peynirler, domates, zeytinyağ ve demleme çay. Televizyonda “Çok Güzel Hareketler Bunlar”, sükunet ve kahkaha bir arada. Özlediğim bir sabah.

Biraz sonra Bayram ziyareti başlayacak. Kahkahalar, hasret  giderme, hikayeler, fıkralar. Bugün Hala’dayız. Yarın Dayımda. Kerem’in yıllar sonra  bizimle geçirdiği ilk Bayram.  Sonra dostlarla yenecek akşam yemekleri. Hepimiz mutluyuz.

Ailem size çoook seviyorum.

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Günün Düşündürdükleri 04 Temmuz 2011

Hava yine karanlık, soğuk, iç karartıcı. Hava da ağır, içimde. Duygularıma mantıklı isimler koymaya çalışıyorum ve hiç bir adın doğru olmadığını biliyorum. Yazmak istiyorum, yazamıyorum. Doğrusu şu ki içimde kocaman bir delik var gibi hissediyorum. Tam göğsümün ortasında, ama oradan hava kaçacağına içimde meşhur gri  kalın plastikten yapılmış balonum şiştikçe şişiyor.

Perşembe gününden beri amcamın hastalık haberleri ve hastaneye kaldırılması ile ilgili mailer geliyordu. Çok yaşlıydı. 90dan büyük olduğu biliniyor ama kesin yaşı bilinmiyor.  Tek başına Paris’te yaşardı. 8 kardeşin tek bekarı, bütün kuzenlerin favorisi, en genç ruhlusu, en vizyonu geniş olanıydı. Biraz önce vefat haberi geldi.

Perşembe’den beri uykularım kaçıyordu. Sürekli maillerime bakıp haber gelmemesini “bir gün daha kazandık” diye yorumlayarak yaşadım. Hayatı yaşamaya çalıştım, ama fonda hep bu konu vardı. Sanki ben konuşmadıkça, hatırlamadıkça, zaman kazanacakmışız gibi geldi. Şimdi bu acıyla yüzleşme zamanı.

Babamın ailesi, sevip göstermeyen, göstermeyi bilmeyen bir aileydi. Hepsi oturur, onlara sevgi gösterilmesini beklerdi.  Onun için onlardan uzak ve kopuk yaşadık. Şimdi ortak bir acı var ve onu, onlarla nasıl paylaşacağımı bilmiyorum.Hoşuma gitmiyor. 

14 Haziran 2011 Salı

Günün Düşündürdükleri 14 Haziran 2011

Bugün hava karanlık, serin ve yağmurlu. Bugün seçimlerden sonraki ikinci gün. Aslında ruhumun ağlamasına, kendimi mutsuz hissetmeme neden olacak 2 olay. Ama ben hayalimin adını koymuş, onun peşinde gitmek için belirlediğim adımları paylaşmanın heyecanı ile yerimde duramaz bir haldeyim.

Pazar akşamı sonuçlar açıklanmaya başlanınca kendimi çok kötü hissettim. CHP’nin biraz daha yüksek oranda, AKP’nin biraz daha düşük oranda oy almasını istermişim meğer.  Yüzdenin hiç önemi olmadığını, sonuç ne olursa olsun, bunu istediğimi farkettim.  Sonra facebook’ta yükselen homurtular, çığlıklar, isyanlar, korku dolu ifadeler ve “artık birşey yapmam gerek. Hepimizin birşey yapması gerek” düşüncesi her zamankinden daha güçlü geldi, aklıma düştü. Birşey yapmam gerek ama ne? Nasıl? Ne zaman? Kiminle?  İnternette dolandım durdum, ne aradığımı bilmeden. Bulduklarımı beğenmedim. Beni heyecanlandırmadı. Ne bulduğumu bile hatırlamıyorum. Demek ki ruhuma hiç dokunmamış. Bu arada aklımda Kılıçdaroğlu’nun bir cümlesi dönüp duruyor “Yarından itibaren hemen seçim varmış gibi çalışmaya başlayacağız”. Sanırım tüm süreçte bana ümit veren, heyecanlandıran tek ifade bu oldu. Onun için “artık birşey yapmam gerek. Hepimizin birşey yapması gerek” hissi daha da güçlendi. Bu sabah uykudan bunu düşünerek kalktığımı farkettim.

Koçum ile bugün görüşmem vardı. Bu hisle ve düşünceyle başladık. Görüntünün netleştiği ve, genel dahi olsa, atacağım adımları belirlediğim bir noktada, gözümün önünde yapmak istediklerimin görüntüleri, bana yaşatacakları bilgisi ile bitti. Hayalimin adını koydum
“İnsanları,  potansiyellerini keşfetme ve onu kullanma konusunda desteklemek”
Bunu niye istediğimi sorguladığımda, çok insanın korkuları ve başkalarının onlara giydirdiği kimlikler doğrultusunda yaşadıklarını ve çoğu seçimlerini kendilerine göre değilde bu kriterlere göre yaptıklarını, halbuki bilinçli insanların, düşünceleri ne olursa olsun, kendilerine ve çevrelerine daha çok kıymet verdiğini ve saygı duyduğunu, topluma da bunu yansıttıklarını farkettiğimi gördüm. Bu farkındalık ile değerlerimin örtüştüğünü gördüm. Kıymet vermek, saygı.

Onun için yapacaklarım ile ilgili adımlarımı da koçumun desteği ile isimlendirdim. Artık hareket zamanı.

1.      Bu hayalimi akıllarına güvendiğim arkadaşlarım ile paylaşmak . Bu yazı onun için ilk adım, ancak edilmesi gereken telefonlar, içilmesi gereken kahveler var. Hedefim Cuma 17 haziran’a kadar 10 potansiyel kişi ile bunu paylaşmak
2.      Hedef kitlemi belirlemek. Ben kimlerle çalışmaktan haz alacağım? Farkındalıklarını arttıracağım hangi kitle benim enerjime enerji, heyecanıma heyecan katar? Bunu konuşurken gözümün önüne 25 -35 yaş arası çalışan kadınlar geldi. Bu 10 yıllık dilimde evleniliyor, çocuk sahibi olunuyor, zorluklar, zamansızlıklar, yetişememe hissi ile çok yoğun bu dönemde tanışılıyor. Bu yaş dilimindeki kadınlar sürükleniyor, anlattıkları resimlerde hiç olmuyorlar. Halbuki onlar güçlü. Unuttukları veya farketmedikleri bir iç güce sahipler. Ama omuzlarına yüklenen rolde, onlara giydirilen rolde,  bu gücü düşünecek, hatırlayacak zamanları kalmamış. Unutmuş gitmişler. O gücü tekrar keşfetmelerini istiyorum. Kendilerini yargılamayan, düşünen, hisseden, kendini kabul eden, kendini geliştiren kadınlar. Tepkisel olmayan, ihtiyaçları olan değişimi başkalarından beklemeden, kendi güçleri ve kendi hızları ile gerçekleştiren kadınlar.
3.    Onları nasıl bulacağım? Tüm tanıdıklarıma soracağım. Böyle bir destekten faydalanacak kimler var çevrelerinde? Kimler bu desteği ister? Hem benim, hem güvendiğim herkesin ulaşabileceği insanları belirlemek ve onlara ulaşmak ihtiyacım var. Yoksa iş havanda su dövmekten farksız olur. Tanıdığım öğretmenlere danışacağım. Onlar velileri bilirler, hissederler. Yardımlarını isteyeceğim.
4.     En vurucu kararım, evimden başlayacağım. Fadime’yi insan olarak tanıyacağım. Beni sever, onun için avantajlıyım. Ona ulaşabilirsem, kendi gücünü farketmesini sağlarsam, çok kişiyle bunu yapabilirim.
Ve bütün bunları bir hareket plan haline getirip, koçuma göndereceğim.

Hepinize, bana hayalimi gerçekleştirmek için neler yaptığımı sormak hakkını veriyorum. Hepinizi artık bir ucundan tutmaya davet ediyorum. Kaybettiklerimize üzülerek, birazda korkarak yaşamaya başlamışız. Bunun dışına çıkmak için hepinizi, kendinizle çalışmaya ve insanların hayatına dokunmaya davet ediyorum.

Yine dilimde ADİDAS’ın bir zamanlarki mottosu: “IMPOSSIBLE IS NOTHING”

9 Haziran 2011 Perşembe

Lüfer, hamsi, kalkan... kader anı 21 Haziran!

Lüfer, hamsi, kalkan... kader anı 21 Haziran!: "“Seninki kaç santim?” kampanyasının sonucu belli oluyor. Tarım Bakanlığı balıkların ve denizlerin geleceğine Haziran’da karar veriyor. İş işten geçmeden, balıklar tükenmeden, daha fazla ertelemeden, hemen şimdi eyleme katıl."

27 Mayıs 2011 Cuma

Günün Düşündürdükleri 27 Mayıs 2011

Üzerimde tatlı ve yoğun bir yorgunluk. Gözkapaklarım ağırlaşıyor. Tabanlarım sızlıyor. Yer Eskişehir. Anadolu Üniversitesi Havaalanı. Ben yorgun ve çok mutlu. 2 günlük bir eğitimde paylaştıklarımın çoğunu yaşamış olarak, ayaklarım bavulun üzerinde, kontuarın açılmasını bekliyorum. Mutlu – yorgun, yorgun – mutlu birbirine karışmış vaziyette.

“Birşeyi yapmak için, onu çok sevmelisiniz.Birşeyi sevmek icin, ona delicesine inanmalısınız." Che

İşte mutluluk ve yorgunluğun hayatımdaki evliliğinin temelinde yatan duygular.  Yaptığım işi çok ama çok seviyorum. Ruhumu besliyor, kakaolu kek kıvamında hemde. Yaptığım işe bütün yüreğimle inanıyorum. Yapmama engel olacak herşeyle mücadele etmeye, bu işi hayatımda sürekli tutmaya kararlıyım. İçimi titretiyor. Gözlerim doluyor keyiften. Bana birçok  duygu fırtınası yaşatıyor. Sevinç, üzüntü, kızgınlık, doyum. Müthiş bir ilişkimiz var. Ömür boyu onunla yaşamak istiyorum.

İnsanların hayatına dokunuyorum. Hayatımı, deneyimlerimi, bilgimi, kendimi paylaşıyorum. Yüzlerinin aydınlandığını, karardığını görüyorum. Gözlerinin buğulandığını, parladığını görüyorum. Dalıp gittiklerinde “geri gelin, bu anı kaçırmayın” diyorum. Gözleri parladığında heyecanlanıyorum. Merakımı uyandırıyorlar. Merak uyandırıyorum. Birlikte farklılıkları keşfediyoruz. Anlatıyoruz. Çalışıyoruz. Paylaşıyoruz.  Birbirimize güveniyoruz. Paylaşıyoruz. Birbirimizi olduğumuz gibi kabul ediyoruz.  

Paylaşımın yüksek olduğu, yukarıdaki paragrafta aktardığım herşeyi yaşadığım, katılımcılarını tanımaktan büyük keyif aldığım 8 kişi ile geçen 2 eğitim günü. Yavaş yavaş yükselen güven derecesi. Onlar benim paylaştıklarıma ve bana. Ben onların yorumuna ve sürece. 2 gün içinde bu yavaş yavaş gelişiti. Sonra bir anda olay koptu. Tüm suskunlar gönüllü olarak hayatlarını, deneyimlerini, kendilerini paylaşmaya başladılar. Bir anda paylaşımlar eğitimi besler hale geldi. Eğitimi zenginleştirdi.

İşte onun için ben şu anda uykusuz, yorgun ama çooook mutlu Eskişehir’de evime dönmek üzere, ayaklarım bavulun üzerinde kıpırdayacak halim yok, ama keyifle yazmaktan kendimi alamaz bir konumda, gözlerim kapanmasın diye dua ederek, ve okumak istediğim Gestalt notlarına şefkatle bakarak oturuyorum.

İnsanların hayatına dokunmayı çoook seviyorum.

Not: Bu arada Eskişehir çok güzel bir şehir. Müthiş temiz. Enerji dolu. Herkes şehrini çok seviyor. Şanslı şehir. J

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Günün Düşündürdükleri 09 Mayıs 2011

Çok uzun süredir yazmamışım. Günler fazla hızlı geçiyor. Kafamı, yüreğimi ve hayatımı yönetmek için 24 saat yetmiyor. Birde yapılması gerekenler listesini doldurma hızım, boşaltma hızımdan fazla olunca günler torbaya giriyor.

Bugün duyarlılık, çocuklar, sağlık konuları yüreğimi hoplattı. Gözlerimi doldurdu. 1 saattir eğitim notlarım elimde, ama aklım bende değil, bu konularda.

Çalışmaya başlamadan once maillerimi ve facebook’u kontrol etmek istedim. Facebook’ta baktım, oğlum, bir arkadaşının  çocuk kanserine karşı düzenlediği bir aktiviteye katılacağını bildirmiş. Yüreğim kabardı. Hassas, insan oğlum benim. Senin gibi bir evlada sahip olduğum için gurur duydum. Sonra bir merak aldı beni. Aktiviteyi tıkladım. https://www.facebook.com/event.php?eid=190895137623485   Okudukça gözlerim doldu. Sağlıklı çocuklara sahip olduğum için, sevdiklerim sağlıklı olduğu için ne kadar şanslı olduğumu bir kez daha farkettim. Tanımasam da aktivite hakkında bizi haberdar eden Yunus ve Aslı’ya şükran duydum. Etrafımda ne kadar çok sadece akıl öğreten, ahkam kesen, ama parmağını kıpırdatmayan insan olduğunu bir kez daha farkettim. Yunus, Aslı ve Kerem’le birlikte pedal çeviremeyeceğim için üzüldüm. Onun yerine aktiviteye bağışta bulundum.

Söz konusu çocuk olunca akan sular duruyor. Onlar kanser olmayı seçmiyorlar. Biz onlara nasıl öğretirsek, ne imkanlar sağlarsak ancak öyle yaşıyorlar. Beslenmeyi biz öğretiyoruz. Sağlıklı yaşamayı / yaşamamayı biz öğretiyoruz. Stresi, mutluluğu, huzuru / huzursuzluğu, kendilerine kıymet vermeyi / vermemeyi biz öğretiyoruz. Onun için seçimleri dışında bir durumla karşılaştıklarında, onlara destek olmamak benim için mümkün olamıyor.

Şu anda onlar için birşey yapabilmiş olmanın heyecanını hissediyorum. İçimde renkli bir balon var. Çocuklar için birşey yapabildim diye. Ama o balon çok şiş, hala nefes alamıyorum. Niye çocuklar böyle hastalıklara yakalanır ki. Bunu hiç hak etmiyorlar.

Bu yazıyı okuyan tüm dostlarımdan  rica ediyorum. Lütfen gücünüz yettiğince bağışta bulunun. Mutluluk başkalarına el verebilmeyi de içerir. Hepiniz biraz katkıda bulunursanız bu aktiviteyi hazırlayan gençleri de, bu çok duyarlı çabalarında desteklemiş oluruz.

Sağlıklı günler, sağlıklı aileler ve sağlıklı dostlar dilerim.

Not: Üstün link koyma becerim :)) sonucunda yukarıdaki adrese giriş yapamazsanız, aktiviteyi facebookta paylaştım. Oradan ulaşabilirsiniz.

23 Mart 2011 Çarşamba

Günün Düşündürdükleri 02 Mart 2011

Dün eczaneden ilaç aldım. Vitaminler, balık yağları, alerji ilaçları vb. Eczacı kalfası kutuları bir naylon poşete doldurdu. Poşet Pfizer'in reklamını yapıyor. Üzerinde Beyşehir Gölü'nün yemyeşil bir fotoğrafı. "Önce ve Daima" yazıyor poşetin üzerinde. İlk izlenimim "ne güzel, doğanın korunması ile ilgili mesaj veriyorlar" oldu. Sonra durumun ironisini farkettim. Doğa ile ilgili mesaj veren, sağlığımızı emanet ettiğimiz bir ilaç firması, koskoca Pfizer, reklamını yapmak için naylon poşet kullanıyor ve doğaya, ekolojik dengeye zarar veriyor. 2007 verilerine göre pazar payı %6.2. İlaç firmaları arasında o dönemde bir numara. Sitesine bir baktım ki para kazanmaktan başka kaygıları yok. Ne insan, ne doğa umurlarında değil.Çok yazık.

Günün Düşündürdükleri 13 Mart 2011

"1000 Volt"un önüne arabamızı park edemedik. Bundan sonra acaba o kaldırımda yürümekte mi yasak olacak?


İstanbul'da yaşayan herkes aracını park etme sancısını sürekli yaşar. Sancıyı yaşar ancak belli kurallar içinde çözümünü bulur. Herkesin bildiği kurallar. Garaj girişlerine ölseniz park etmezsiniz. Başka arabanın geçişine engel olmazsınız örneğin. Otopark olmayan semtlerimizde, yani neredeyse bütün İstanbul'da başkalarının güvenliğini tehlikeye sokmadığınız, trafik kurallarını ihlal etmediğiniz sürece neredeyse heryere aracınızı bırakırsınız. Olabilecek en kötü şey aracınız çekilir. Yani bu akşama kadar ben böyle bilirdim.

Bu akşam şehir eşkiyalığı denecek bir deneyim yaşayana kadar ben böyle bilirdim. Ama belli ki kurallar değişmiş. Bizim haberimiz olmamış. Akşam saat 9 cıvarında eşimle birlikte Levent'te Nispetiye Caddesi üzerinde oturan bir arkadaşımızı ziyarete gittik. Herzaman yaptığımız gibi caddeye paralel sokaklara saptık. İş yeri ağırlıklı bir yerleşim olduğu için mesai saatleri sonrasında kolay yer bulunur diye düşündük. Nitekim Çalıkuşu sokakta yanyana yer alan 2 garaj girişinden hemen sonra 14 numaralı  2 katlı işyerinin önünde boş bir yer bulduk .  Arabayı park edip yola koyulmuştuk ki arkamızdan biri seslendi: " Buraya mı geldiniz?" Sokakta bizden başka kimse yok. Doğal olarak sesin geldiği yöne döndük. Kapısında "1000 Volt" yazan işyerinin güvenlik görevlisi bize sesleniyor. Arabamızı oraya park edemeyeceğimizi söyledi. Gerekçesi ise çok acıklı. Önce kapı önünün onlara ait olduğunu söyledi. Sonra sırasıyla gelen olabileceğini, patronun kapı önünde inmezse çok kızdığını, gece yalnız kendisinin orada olduğunu ve gelen olursa ve kapının önü boş değilse kendisinin o aracı park etmek için güvenlik kulübesinden uzaklaşmak zorunda kalacağını sırasıyla paylaştı. Söylediği gerekçeler bizim tarafımızdan onaylanmayıp, mantığının yanlışlığı ona bile anlatıldıkça sıradaki daha anlamsız gerekçeyi sıraladı. Sıraladığı gerekçelerin akşam saat 9'da nasıl anlamsız ve komik olduğunun farkında bile değildi. 

Birisi bana bunun ne anlama geldiğini anlatabilir mi? "1000 Volt" adlı post-prodüksiyon şirketi kapısında park edilemeyecek kadar güçlü mü? Bu nasıl bir şirket ki , güvenlik elemanı vatandaşın hakkına karışacak gücü kendinde buluyor? Bu nasıl bir şirket ki, eğer güvenlik görevlisinin sıraladığı gerekçeler doğruysa, vatandaşın hakkına tecavüz etme hakkını kendinde buluyor? Merak ettim bundan sonra acaba "1000 Volt"un kapısının önünden yürümekte yasak mı olacak? Güvenlik görevlisi çıkıp "buradan yürümeyin, patron kızıyor" derse vatandaş hakkını nasıl koruyacak? Patronun acaba böyle kullanıldığından haberi var mı?

Ben bu durumu şikayet etmek istiyorum . Lütfen şikayetimi nereye yapabileceğim konusunda bana yardımcı olur musunuz?

Günün Düşündürdükleri 17 Mart 2011

Kaç zamandır beni şöyle bir yoklayan konuyu bugün paylaşmaya karar verdim: Danışanlarımdan öğrendiklerim, koçluk yaparken hissettiklerim.
6 yıl önce JTI merkez ofisini İzmir’e taşımaya karar verdiğinde, hayatıma yeni bir yön çizmek istedim. O yönün işaret levhaları üzerinde yazanlar arasında koçluk yapmakta vardı. Çok fazla bilgim olmayan, ancak bildiğim kadarıyla beni büyüleyen bir konu. O yılın Mart ayında Dost Can Deniz’in yönlendirmesi ile hem Cesur Koçlar’a katıldım, hem de Gestalt eğitimi yolculuğuna başladım. Meğerse bitmeyen bir yolculuğa çıkmışım. Yol aldıkça, insanın daha da yol alası gelen bir yolculuk. Nerede biter, hiç bilmem. Bildiğim bu yolculuğu çok ama çok sevdiğim ve bitmesini istemediğim.
Sevince çok amatörce olsa dahi dostlarıma koçluk yapmaya başladım. Kulaklarımda hep Dost’un şu ifadesi çınladı: “Danışanlara biraz haksızlık oluyor. Onlar para ödüyorlar. Biz hem para kazanıyoruz, hem de çok şey öğreniyoruz.” Haklılık, haksızlık kısmına dokunmayacağım. Beni en çok etkileyen bölümü “çok şey öğrenme” ile ilgili olanı. İnsanla ilgili çok şey öğrenmek bir yana, her görüşmede kendimle ilgili ne kadar çok farkındalık yaşadığımı gözlemledim.
Şubat ayından beri koçluk artık benim için yaşamımı kazandığım mesleğimin ayrılmaz bir parçası. Doya doya yaşadığım bir bölümü hemde. Görüşmeler sonrasında genellikle kendimi enfes bir kakaolu kek yemiş gibi hissediyorum. Pofuduk, yumuşacık, biraz nemli, hafif tatlı. Dün yaptığım bir görüşme sonrasında kakaolu kekin yanına bir de nefis bir çay tadı kattım. Yani ağzımda kakaolu kek tadı, yüreğimde kek ve yanında muhteşem bir çay ile geçirilmiş anların hazzı. Bağımlılık boyutunda bir keyif.
Peki danışanlarım bana neler öğretti? Öğretti mi, fark etmemi mi sağladı? Bilmiyorum. Bildiğim şu ki, insanın yüreğine dokunduğunda yüzünde yanan ışıkların voltu değişiyor. Mutluluk veren ışıklarda tarifi imkansız bir aydınlanma, kızgınlıkta kararma. Derin üzüntü kül rengi, geçmişin güzellikleri pastel tonlarda. Farkettim ki karşımdakinin anlattıkları bana da dokunuyor, ama benim ona alan açmak için yutkunmam ve dinlemem danışanıma çok daha faydalı. Benim aklıma ihtiyacı yok. Yalnız olmadığını duymak onun için yeterli. Farkettim ki insanlar yargılanmayı sevmiyor. Yargılamadan dinlediğim için bana güveniyorlar ve bunun sonucunda cevaplarını kendileri buluyorlar. Farkettim ki insan kendi cevabını bulunca harekete geçiyor, kendine direnmiyor. Farkettim ki insanın olduğu gibi kabul edilmeye ihtiyacı var. Doğrular sonsuz. Kendi doğrularını keşfetmeye ihtiyacı var. Ve bu doğruları beceri ile kullanması için danışanımın yanında yer almam ona verebileceğim en faydalı destek. Farkettimki kabul gören insan gücünü keşfetmeye, gücüne güvenmeye başlıyor. İşte bu noktadan sonra kimse onu durduramıyor. Büyüyor, büyüyor, büyüyor.
Ve farkettim ki bunlar koçluk yaparken benimde başıma geliyor.

Günün Düşündürdükleri 10 Mart 2011

2 haftadır yeni bir heyecan dalgası içimi kaplamış durumda.
Yeni bir eğitim hazırlamam gerekiyor. Sepetimde olmayan, ancak bayıla bayıla üzerinde çalışacağım bir konu. Ana tema pozitif düşünce ve insanın kendi motivasyonunu arttırması.
Bu durumda Yüsra ne yapar? Önce bir baş ağrısı çeker. Sonra telaşlanır. Sonra internetten dünyanın malzemesini bulur. 7-8 kitap ısmarlar. Bir sürü makale okur. Sonra herkesin uyuduğu bir zamanda salonda volta atmaya başlar. O ilk cümle bulunana kadar ızdırap çeker. İlk yansıyı çizer. Ve rahatlık. Ondan sonraki süreç daha kolay akar. Izdırap bitmez, ama hayat akmaya, yani Yüsra nefes almaya başlar.
Peki şimdi hangi aşamadayım? Başağrısı ve kitap ısmarlama adımlarını geçtim. Ismarlananlar geldi. 2 tanesi okundu bile. Remzi Kitapevi ziyaret edildi ve her ne hikmetse pozitif düşünce ile ilgili bir çok kitap karşıma çıkıverdi. Tabii ki bazıları (allahtan hepsi değil) alındı. Algıda seçicilik bu değilse ne? İhtiyacım olan kitaplara karşı mıknatısvari bir çekim sergiliyorum.
En güzel duygu ise dün koltuğumda otururken hissettiğimdi. Elimde “The Art of Possibility”. Yanımda bir yığın kitap. Aklımda başvurabileceğim başka kaynaklar. Yeni oyuncak almış çocuk gibiydim. Kitap bitince yanımda ki yığına baktım. Kendimi hangi tatlıya saldıracağını bilmeyen bir çocuk gibi hissettim.
Bu arada en son yazımdan sonra Runtalya’yı izlemek için Antalya’ya gittim. Çok güzel organize edilmiş bir hafta sonu idi. Güzel dostlar, amacı olan insanlar, birbirine destek olan arkadaşlar, hayata bütün güçleriyle asılan engelliler. Duygu dolu, heyecan dolu bir haftasonu idi. Bir kez daha hayattan şikayet eden, mızmızlık yapan herkesin böyle bir şımarıklık yapmaya hakkı olmadığını gördüm. Yarı maratonu bitiren herkesin, özellikle engelli katılımcıların yüzlerindeki ifadeyi görseydiniz sizde aynı şeyi düşünürdünüz. Amacı uğruna herkes canını dişine taktı ve başardı.
Ve kader. Eskiden oğlumun peşinde tenis turnuvalarını gezerdim. Şimdi kocamın peşinde maratonları izlemek sanırım yeni kaderim. Az önce geldi ve müjdeli haberi verdi. Mayıs’ta Bozcaada maratonu için hazırlıklara başlıyorum. Beklerim.

Günün Düşündürdükleri 03 Mart 2011

Arkadaşlarım sağolsun. Tali yol bulunmuştur. Madem google blogspot büyüklerimize uymadı, bende başına birşey gelene kadar worpress’e taşındım.
Yazmayalı çok olmuş. Özlemişim kendi kendime yazmayı. Arada bir eğitim verdim. Heyecanımı idare edilir boyuta geldi. Ama bu arada kendime yeni işkence yöntemleri geliştirdim Jİçimdeki sabotajcının ne kadar güçlü ve akıllı olduğunu hatırladım. Stres altına girince eski alışkanlıklar depreşirmiş meğerse onu keşfettim. İki yeni eğitim hazırlamam istendi. Heyecandan başıma ağrılar girdi. Kitaplar ısmarladım. Haftasonu eğitimlere gittim. Cirque du Soleil’i izledim. Cesaretlerine, sergilenen estetiğe, enerjilerine hayran kaldım. Yani nefes almadan yaşadım.
Sonra hayat nisbeten yavaşladı. Oh, çok şükür istediğim tempoya kavuştum. Bu hafta arkadaşlarımı görecek vaktim oldu. Dün İK ağırlıklı birgün yaşadım. Bugün çok keyifli 2 koçluk seansı, kakaolu kek tadında, çok çok lezzetli. Herşey artık daha bildiğim ve istediğim gibi. Bakalım bundan sonrası nasıl yaşanacak?
Çerçevemi yeniden, düzenini bilmediğim bir yerde çizme ihtiyacındayım. Kendimi rahat hissetmem, yüreğimdekileri daha derinden farkedip aktarabilmem için zaman gerektiğini farkettim.  Sakin ve keyifli, duygularım ve heyecanlarımla dolu, yüreğimdekileri aktarabildiğim yazılar yazabilmek istiyorum.

8 Şubat 2011 Salı

Günün Düşündürdükleri 08 Şubat 2011

Enerjisi yüksek insanlar. Lütfen hep etrafımda olun.

Bu sabah kızımın eski öğretmenleri ile biraraya geldim. Enerjileri yüksek, yılların tecrübesine sahip, çocukların ruhundan annelerden daha çok anlayan 2 hanım. Son 5 yıldır yoğun bir şekilde hayatımdalar. Çocuğuma bir dost olarak ulaşmayı başarıyorlar. Rana’yı onlara ilk teslim ettiğimde 6. sınıftaydı. O ele avuca sığmaz inatçı güzele önce ulaştılar, sonra direnmemesini sağladılar. Rana bugün desteğe ihtiyaç hissettiğinde hala onlara gider. Çünkü bilgi kadar, iletişimde önemli ve hem Bilge Hoca, hem de Nimet Hoca onunla ihtiyacı olan şekilde iletişim kuruyor.

Bu sabah onlara gittim. Neler yapıyorum/ yapıyoruz sohbeti” şablonların dışında düşündüğümüzde birbirimizi  destekleyebileceğimiz ne kadar çok alan varmış” sohbetine döndü, bana yeni ufuklar ve kapılar açtı. Meğer ne kadar güzel fikirler geçiyormuş akıllarından. Hayata ne kadar geniş bakabiliyorlarmış. Çocuğun bir bütün olduğunu, velinin ihtiyaçlarını karşılamanın (keşfedip karşılamanın) çocuğun başarısına katkıda bulunacağını öyle güzel görmüşlerki. Ders olmayan saatlerde velilere yönelik gelişim çalışmaları yapmaya başlıyorlar.  O kadar hoşuma gitti ki.  Bende bir veliyim. Gelişimim ile ilgili karşılanmayan bir ihtiyaç beni engellediğinde, çocuğum ile iletişimimi nasıl engellediğini biliyorum. Çok basit şeyler bile bu sonucu doğurabiliyor. Bilgisayarı kullanma becerimin kısıtlı olduğunu, sunum hazırlamam gerektiğinde farketmem beni öyle geriyor ki, o gerginlik bazen tüm iletişimimi kilitliyor. İşte böyle küçük engelleri kaldırmak için çalışma alanlarını kullanıma açıyorlar. Veliler için bilgisayar eğitimi, İngilizce dersleri, yaşam koçluğu.

Evet, isteyen velilere yaşam koçluğu yapabileceğimi keşfettik. Kendi danışanlarım için mekanı kullanabileceğim gibi, çocuklarını oraya teslim eden ve desteğe  ihtiyacı olan velilere de koçluk yapabileceğim. Bir anda enerjim yükseldi. Çok heyecanlıyım. En çok haz aldığım alan. Beklemediğim yönlerden kapılar açılıyor. Bana düşen, o kapılardan geçmek.  J J J

5 Şubat 2011 Cumartesi

Günün Düşündürdükleri 05 Şubat 2011

Taksi şöförleri, kültürel ruh halimizin, alışkanlıklarımızın aynası. Çok fazla araştırmak istemeden ” bu insanlar nasıl düşünür” sorusunun cevabına ulaşmak istiyorsanız, kendinizi yormayın. Kitap okumaya, araştırma yapmaya ne gerek var. Binin bir taksiye, biraz yol gidin, en az iki özellik öğrenirsiniz.

Takside dün Etiler –Arnavutköy arası yolculuğumuz, bugünkü Levent - Etiler güzergahı ile birleşince bakın benim farkındalığıma neler eklendi.

Dün Ali’nin doğum günü kutlama yemeklerinin ilkini gerçekleştirmek için, arkadaşlarımız  ile buluşmak üzere Arnavutköy’e gittik. Hem park sorunu yaşamamak, hemde aksırana – tıksırana kadar olmasa bile, rahatça içkimizi içebilmek için taksiyle gitmeye karar verdik. 20 yıldır kullandığımız Doğan taksiden bir araç rica ettik. Taksiye bindik ama sokaktan bir türlü çıkamıyoruz. Kesişen sokakta trafik durmuş. Anlaşıldıki başka bir taksi, müşterisinin “inebilir miyim?” sorusuna anında frene basarak cevap vermiş. Taksinin yarısı yolu tıkıyor. Önündeki boş alana ilerlese sokakta trafik durmayacak, müşteride aynı yerde (tamı tamına 1 metre ileride) inebilecek. Bulunduğumuz aracın şöförü uyarınca, meslektaşının düşüncelerine değer verdiği belli olan diğer aracın sürücüsü ilerledi. Trafikte açıldı, bizde sokağımızdan çıkabildik.  Bu arada bulunduğumuz taksinin şöförü, trafik tıkandığı için korna çalan diğer araç sürücülerinin ne kadar anlayışsız olduklarına da dikkatimizi çekmekten geri kalmadı ! Konu bitti sanmayın. Geldik Arnavutköy’e. Biz müsait bir yerde inmek istediğimizi söyler söylemez arkadaş frene bastı. Ne sağa çekmek teşebbüsünde bulundu, ne yerin müsait olup olmaması ile ilgilendi, ne de arkamızda inci gibi dizilen boğaz trafiğine aldırdı!!! Ders 1: “Ben herzaman haklıyım. Diğerleri herzaman haksız. Yaptıklarım yanlış gibi gözükse de vallahi ben haklıyım. Bana kızdığınızda mağdur ediyorsunuz”. Ah kurban olduğum, zavallı ben.

Bugün Levent’te metro istasyonunun hemen önünden taksiye bindim, eve döneceğim. Memleketin durumu ile ilgili sohbet etme ihtiyacında olan bir şöföre denk gelmişim. Ben açtım kitabı okuyorum. Şöförün umurunda değil. Ders 2: “Biz aslında herşeyi biliyoruz, ama bizi dinleyen yok. Ben yinede konuşurum. Hakkımdır.”. Söze trafiğin yoğunluğu ile başladı. Perşembe mazota yapılan zam nedeniyle, Cuma günü trafiğin nasıl rahatladığı ile devam etti. Aynı fikirde olmadığımı, Cuma günü trafikte çok zaman kaybettiğimi söyleyemedim bile. Ses tonu o kadar kararlıydı. Seçimlerden sonra daha ne zamlar geleceğine geçti. Bu seçimide kazanırlarsa (kim??? Bildiğimden o kadar emindi. Yine aynı kararlı ses tonu) bir daha oy kullanmayacağı ile bitirdi (veya benim kotam dolduğu için sonrasını kaydetmedim). Yazık oluyor bunca bilgeliğe. Adama fırsat verilse vatanı kurtaracak. Fırsat veren yok. O da oy kullanmayarak protesto edecek.  Ders 3: “Herkes benden aptal olduğu için, ilişiğimi kesiyorum. Ne haliniz varsa görün”.

Yorum yok. Memleketimden bilgelik manzaraları.

27 Ocak 2011 Perşembe

Günün Düşündürdükleri 27 Ocak 2011

Yazmayalı bir hafta olmuş. Bugün içim çekti. Neler oldu? Neler hissettim ve düşündüm diye dönüp baktığımda, geçtiğimiz 7 gündeki tema  hep dostluktu, karşılıksız sevgi idi, paylaşmaktı, destekti J Hayat bu, mutluluk bu.

Cuma akşamı 6.5 saat süren bir keyif yaşadım. Dost sohbeti, güzel bir yemek, nefis bir şarap, şımartılmak ve hayatı paylaşmak, yüreğinden geldiği gibi. K.V. nin bir köşesi bizim. K.V. bizi şımartır. Özlem’in sohbetine doyum olmaz. Ne şanslıyım bu insanların dostluğuna sahip olduğum için, zamanlarını benimle paylaştıkları için. Hayatıma kattıkları saymakla bitmez. Listenin en başında güven ve sevgi var J

Cumartesi günü, yine bir can dostu ile paylaşılan bir öğle yemeği. Ece’ciğim, yüreğimdeki yerin bu. İstanbul’daki kısıtlı zamanında bile bu keyfi yaşadık. Bir daha bir araya geldiğimizde bu akşam yemeği olmalı ve K.V. şımartılma seansı seninle paylaşılmalı.

Sonra dostlukların, sevinç çığlıklarının, sarılmaların, gözyaşlarının dolu dolu yaşandığı bir gece. Saudia’lıların toplandığı yemek. İş hayatımın ilk 10 yılını paylaştığım dostlarım. Hayatı onlarla paylaşırken arkeolojiye dönmemeye karar verdim, hayatı onlarla paylaşırken evlendim, Kerem’i doğurdum. Yıllardır göremediğim insanlar, güzel haberler, büyüyen çocuklarımız, anılarımız, kaybettiğimiz dostlar için gözyaşlarımız. Şahika’nın zarafeti, Saide ve Lalezar’ın herkesi toparlama çabası, Ali Galip’in yüzündeki anılardan aldığı hazzı yansıtan gülümseme, Sacit'in değişmeyen neşesi ve enerjisi ve daha niceleri. Telefonla canlı bağlantı bile yaptık. Altun sesimizi duydu.  Ani’nin vefatını orada öğrendim. İçim yandı. Ama hayat bu.

Bugünde çocukluk arkadaşlarımla geçen nefis bir öğleden sonra. İstanbul’a geldiğimizde ilk arkadaş olduklarım. Sevim, sevil ve sevinç. Birlikte büyüdük. Her yaz iç içe yaşardık. Yazlık sinema seferlerimiz (15 – 20 kişi arası giderdik), çınaraltı keyiflerimiz, mahalledeki oyunlarımız. O kadar çok anı konuşuldu, o kadar çok bugün konuşuldu. Ne şanslıyız ki birbirimizden kopmadık. Uzun aralara rağmen sımsıcak, sevgi ile saklanmış anılar paylaştık. Teknolojinin nimetlerinden faydalanarak Amerika’da yaşayan küçük kardeşlerini de bu toplantıya kattık.

Eve dönerken mutluluğa yeni bir tanım ekledim: Bu güzellikleri beraber yaşayabildiğim dostlara, canlara sahip olmak. Sevgi dolu, karşılık beklemeden birbirlerine destek olan dostlar. İyi ki varsınız.
İyi ki hayatımdasınız.

22 Ocak 2011 Cumartesi

Günün Düşündürdükleri 20 Ocak 2011

Maliyet yaşamdan daha önemli.

Çok acı. Ancak ülkem insanının doğaya zarar vermek ile ilgili görüşü bu.

Uzun zamandır evde biriken her türlü torbadan çok fazla rahatsızlık duyuyorum. Elimden geldiğince torba almamaya, market alışverişine giderken arabanın arkasında torba bulundurmaya, elimde torba varsa aldığım küçük boyutlu şeyleri elimdeki çantaya torbaya koymaya çalışıyorum. Evdekilerin sayısı biraz azalır gibi oldu. Yılbaşı alışverişi, disiplinde biraz gevşeme veeee…. Etraf yine torba doldu. İçim acıyor bunları doğaya salarken. Hiç olmazsa her torbayı kullanabildiğim kadar çok kullanayım, sonra çöp torbası haline getireyim diye uğraşıyorum. Nafile. Yığın yinede erimiyor.

Hiç olmazsa kağıt poşet kullanılsa diye düşünmeye başladım. Hiç olmazsa naylondan daha az zararlı, tekrar tekrar kullanılabilir dedim. Bunu satıcılarla paylaşırsam belki sahiplenme artar sandım.(hala öyle düşünüyorum). Bu sabah ilk denememi yaptım ve geri püskürtüldüm.

Sabah 9 :00da Office 1 Superstore’un Altunizade Camii karşısındaki mağazasına girdim. Evdeki makaleleri gruplayacağım, açık kenarlı klasörlere ihtiyacım vardı. Tam istediğimi buldum, kasada ödeme yaparken baktım kasiyer kocaman, kalın bir naylon poşetin içine koyuyor. Poşet tabiiki logolu. Çaresiz hissettim. Başka türlü taşıyamayacağım klasörleri. Bari şu kağıt poşet fikrimi paylaşayım dedim. Aldığım cevap “Sanırım maliyet yüksek, onun için kağıt torba kullanılmıyor”.

Doğrudur. Maliyet insanlıktan daha önemli. Çok yazık. Kendimizi, çocuklarımızı, sağlığımızı, geleceğimizi düşünemeyecek kadar miyop gözlerle bakıyoruz geleceğimize. Maliyetleri kurtaralımda, bizi boşver. Şirket kar etsin, reklam yapsın da; üzerinde logosu yazılı torbalar çöpleri doldursun, denizlerde yüzsün,sağlığımız cehaletimizden dolayı bilmediğimiz boyutlarda etkilensin  hiç önemli değil.

Yanlışı yapan sadece firmalar değil. Çevremde hiç kimse, kullandığı ve zararlı olduğunu bildiği şeyleri azaltmak, kendine önem vermek için kökten bir değişiklik yapmak için çaba harcamıyor. Hiç « torba vermeyin » diyeni duymuyorum.

Lütfen, hiç olmazsa bizler bu sorumluluğu üstlenelim. Hepimiz bir ucundan tutalım. Çözümü hep başkalarından beklersek beklediğimiz çözüm gerçekleşir mi ???

12 Ocak 2011 Çarşamba

Günün Düşündürdükleri 10 Ocak 2011

Çok eğlenceli bir durum.

Eğitim vermeye başlıyorum. Stres dizboyu. Evde temizlik var, yani benim çalışmaktan kaçmak için nedenim istediğimden çok. Sonunda doğru yolu buldum. Pılıyı pırtıyı toparladım. Ve ofisime geldim. Yani Etiler Starbucks’a. Yerimden kalkmamak için içeceklerimi de masaya dizdim ve çalışmaya başladım.

Etraf öğrenci kaynıyor. Bu kadar keyifli bir çalışma ortamı olabilir. Fonda çok güzel müzik çalıyor. Cam kenarında iki genç kız laptoplarını açmışlar, caddeye bakarak çalışıyorlar. Sütunun hemen yakınındaki koltukta sanırım öğretim görevlisi bir bey, makale okuyor. Yanımdaki masada 2 öğrenci bugün akşamki sınava çalışıyorlar. Girmedikleri derslerdeki notları birbirlerine aktarıyorlar. İnanılmaz bir enerji var havada. Herkes bir sonuca doğru ilerliyor. Bilgisini paylaşıyor. İşini yapıyor. Kitabını oluyor. Laptop açılmamış masa çok az. Baylıyorum bu ofise. Bana bir köşe ayırsalar, burada yaşarım. Hoş köşe ayırmasalarda yaşıyorum.

Oturdum, notlarımı temize çekiyorum. Şimdi onları uzun uzun yazarım, sonra uzun uzun okurum, sonra slaydları revize eder, altına notlarımı eklerim. Çok heyecanlı. Bu eğitimi en son verdiğimden beri çok zaman geçti. Eski çalışma alışkanlıklarım, öğrenme alışkanlıklarım yavaş yavaş yüzeye çıkıyor. Büyümüş, bilgi sepetine bir sürü deneyim katmış bir Yusra ve eski alışkanlıkları tanışıyorlar. Çok güzel bir deneyim. Şu anda bilgimin eksik kalma endişesi ile nasıl çok fazla şey okuduğumu, ama bunun endişeyi azaltacağına, çoğalttığını farkettim. Bu farkındalık bile notları geçirirken daha seçici olmaya başlamam ile sonuçlandı. Endişeye harcadığım enerjiyi, eğitime yeni ne katabilirime yöneltmeye başladım. Çok heyecanlıyım çok.

Mutluyum. Hayatım istediğim yönde ilerliyor. Danışmanlık çok keyifli. Yeni bir danışan ile koçluk çalışmaları başladı. Eğitim devreye giriyor. Sepet istediğim gibi doluyor.

Çok heyecanlıyım, çoooook.

7 Ocak 2011 Cuma

Günün Düşündürdükleri 07 Ocak 2011

Son zamanlarda en haz aldığım uğraşlardan biri de hocalarımın “walking meditation” yani yürüyerek  (çooook yavaş yürüyerek) meditasyon yapma çalışması. Farkındalığıma katkıları o kadar çok ki. Normal hayatın koşuşturmasında bize dokunup çok hızlı geçen bir çok duygu ve düşünce ile bu çalışma sırasında tekrar karşılaşıyorum. Onları farkedip isimlendirmek, tanıdıklarım hanesine adlarını yazarak, bir sonraki farkındalığa yer açmak, içimi ve omuzlarımı çok hafifleten bir deney.

Bugünki çalışmamda karşılaştıklarımı paylaşmak istedim. Farkettiklerimi bir mektup halinde yazmaya karar verdim. Bunun için dün akşamdan başlasam daha anlamlı olur. Koltuğun üzerinde, geleneksel kitap okuma (yani şekerlemeye geçiş) pozisyonumda, yarım  göz Grey’s Anatomi’de, yarım  göz elimdeki kitapta, diğer göz uykuya hazırlık konumundayken, telefonum çaldı ve sevdiğim bir arkadaşımın sesini duydum. Farklı bir ses, içindekini paylaşmak için tonlamada kontrol altına alınmaya çalışılan bir sabırsızlık. Çok uzatmadan sıkıntısını paylaştı. Mektubum ona.

“Canım arkadaşım,
Uyku halinde yakalanınca sana çok uzak bir tepki verdiğimin farkındayım. Gevşemiş beynimi mazur gör. Ancak bu gün uyandıktan sonra farkettim ki, konu değil, senin ses tonun, konuya yaklaşımın ve dolayısı ile kendine yaşattığın sıkıntı aklıma takılmış, hatta beni üzmüş. Yoga’da da aklıma düştün. Sonraki çalışmamda da. Sesinde çok fazla kızgınlık duydum. Paylaştığın bilgilerle örtüşmeyen bir kızgınlık. Sürekli ne kadar iyi hissettiğini anlattın.Kelimeler, söylenişleri, sesin, tonlaman, hepsi “iyi” sıfatı ile çelişki halindeydi. Ne olur kendine “çok kızgınım” diye itiraf et ve bu duyguyu içinden at. Kızgın olmakta haklı mısın, haksız mısın senin karar vereceğin bir konu. Ancak yapılanın senin şahsınla bir ilgisi yok. Birisi kendi hayatı hakkında bir karara varıyor. Olayı böyle görsen belki dün paylaştığın kadar şaşırmazsın. Başkalarının verdiği kararlar istesekte, istemesekte bize dokunur. Bu zaten bildiğin birşey. Beklenmeyen bir kararın seni kızdırmasına niye izin veriyorsun? Sen bu konularda çok yol almış bir insansın. Lütfen ileriye doğru gitmeye devam et. Sevgiler,”

Yazınca farkettim ki bu mektup hepimize. İçimizdeki duygularla yüzleşmemek ustası olmuşuz. Yüzleşsek, duygusal damgası yemekten korkuyoruz. Yüzleşsek zayıf diye tanımlayacağımız yönlerimizi göreceğiz ve egomuz feci bir darbe alacak diye hepimizin ödü kopuyor. Arada sırada egoyu susturmak iyi geliyor arkadaşlar. Yoksa ipler onun eline bir geçiyor. Başlıyor kukla gibi bizi oynatmaya.

İplerimiz kaçırmamamız dileğiyle, sağlıcakla kalın.

2 Ocak 2011 Pazar

Günün Düşündürdükleri 02 Ocak 2011

Neden içimizden geldiği gibi, duygularımı, ihtiyaçlarımı yaşamaya izin vermekten korktum?
Kerem’i uğurladık. Eve dönüp sabahın beşinde uyudum. Hedef uyanıp saat 10’daki Tai Chi dersine gitmek. Ancak heyhat, çalar saatim Ali uyandırmayı unutunca, gözümü açtım ki saat 10:30 olmuş bile.  Sonrası hisler savaşı: Yataktan fırlayıp geçte olsa gitsem mi, yoksa evimin sessizliğinde kendi kendime, oğlunu birkaç ay görmeyecek bir annenin duyguları ile yüzleşsem mi; kalkıp evi hemen eski düzenine mi soksam, yoksa duygularımla konuşup rahatlasam mı; gazeteleri ara vermeden kapaktan kapağa okusam mı yoksa hızlıca başlıklara bakıp neyi sonra okuyacağımamı  karar versem; kalkıp çay mı içsem yoksa öylece sessizliği mi dinlesem?
Bu ikilemler arasında gidip gelirken hızlı ve yoğun yaşamın bizim kendimizden kaçmayı, canımızı acıtacak duygulardan saklanmayı kolaylaştıracak yöntemleri  nasıl önümüze koyduğunu farkettim. Aslında yapmam gereken ilk ve tek şey kendimle ve şu anda içime çökmüş olan ağırlıkla yüzleşmek. Hemen. Evde herhangi bir ses ve hareket başlamadan. İçim ağır. İlk defa Kerem gittikten sonra ağlayasım geldi. İlk defa oğlumu yeteri kadar kucaklayamadım duygusu ile yaşıyorum. Halbuki 15 gün boyunca ona ne çok dokundum, sarıldım, öptüm ve en güzeli karşılığını fazlasıyla gördüm. Ama benim zihnim bundan kaçmak için elinden geleni yaptı. Huzur içinde şu ağırlığı yaşatmamak için bana elinden geleni yaptı. Sonunda taktım kulaklıkları, yine Seda Bağcan ve ben. O zihnimi susturmama yardım eder. Bu arada müziği içimide hafifletir.
Şimdi uyuyan güzelimi uyandırayım. O bana ilaç olur. Bir dokunur, bir sarılır, içim ısınıverir anında. Sonra enerji patlaması yaşar evin içinde, ona yetişmek için telef olurum. İki hır, bir gür derken Rana beni kendime getirir. Rana’nın sevgisi ve enerjisi, ayrılık hissinin hakkından gelir.
Sonra Ali gelir, televizyonu açar. Ben saklanmak isterken beni gerçek yaşama tekrar getirir. Üç kişiye yetecek, yalnız kendine ait, Pazar programını anlatır. Ben akşam yemeğini düşünmeye ve yarını planlamaya başlarım. Ve hayat böyle akar.
Çok şanslıyım. Iyiki bu çılgın aile hayatımda var. Farklı renklerde insanlar, bana bu duyguları yaşatıyorlar, hayatımı paylaşıyorlar, hayatlarını paylaşmama izin veriyorlar. Hepsine çok teşekkür ediyorum. Ailem oldukları için çok şanslıyım.