31 Aralık 2010 Cuma

Günün Düşündürdükleri 31 Aralık 2010

2010 yılının gün ışığında pişirilmiş son Türk kahvesini hazırladım. Kerem’ii arkadaşları ile buluşmak, Rana’yı teyzesine gitmek üzere İstanbul trafiğine saldım ve Seda Bağcan’ın yeni CDsi eşliğinde başladım yazmaya.

“Ben hayallerimin peşinden gitmek istiyorum. Ya siz?”

22 Aralık tarihli yazımı bununla bitirmişim. 2011 için hayallerimi yazmanın zamanı geldi.
1-      Çok seyahat etmek istiyorum. Tadını çıkararak, kendi hızımla. Merakımı gıdıklayan yerleri görmek, tema odaklı gezmek, yorulmadan gezmek, gezinin sonunda lezzetli bir yemek yemiş gibi doyduğumu hissetmek istiyorum.
2-      İK Danışmanlığı yapmayı sevdim. İhtiyaçlar belirlendi. Birlikte yol alındı. Ben bilgimi ortaya koydum. Karşı taraf ile hep birlikte emek harcadık. Çok güzel şeyler çıktı ortaya. Daha fazla güzellikler için, ortaklaşa emek harcamak istiyorum.
3-      Koçluk yapmak istiyorum. Farkındalığım arttıkça, dinginliğim artıyor. Hayatımın iplerini elime yavaş yavaş geçiriyorum. Hayatla çok daha keyifli akıyorum. Bütün bunlar koçluk çalışmalarına, koçluk almaya daha çok vakit ayırdıkça artıyor. Bu paylaştığım yaşam keyfine ulaşma becerisini aktarmak istiyorum.
4-      Eğitim vermek istiyorum. Hayat çok girift. Çok hızlı akıyor. Kendimize yapabileceğimiz en büyük iyilik kişisel gelişimimize önem vermek, becerilerimizi geliştirmek. O zaman sağlam durabiliyoruz. Kendimizi ve seçimlerimizi yönetebiliyoruz. İsteyenlere bu konularla ilgili eğitim vermek istiyorum.
5-      Sevdiğim işeri yaparken stress yüzünden telef olmadan çok para kazanmak istiyorum. (İddialı ama olacak)
6-      Etrafımda her zaman enerjisi yüksek, olumlu, cesur, sonuca kilitlenmiş, mızmızlanmayan, iyi niyetli insanlar bulunsun, olmayanlar ayıklansın istiyorum. Etrafımda insanlara ve insanlığa kıymet veren dostlar istiyorum.
7-      Trafik yüzünden strese girmeden yaşayabilmeyi diliyorum. (En iddialısı bu)
8-      Sevdiklerim ve sevenlerimin sayısı artsın istiyorum.

En önemlisi benim, ailemin ve tüm sevdiklerimin hep çok sağlıklı, çok neşeli ve kendileriyle barışık olmalarını, rahat yaşamalarını, dünyanın sunduğu gerginliklerden kendilerini koruyabilmelerini istiyorum.

Hepinize gönlünüzce, dolu dolu bir yıl diliyorum dostlar. Arzuladığınız herşeyin en güzelininyolunuza çıksın ve siz onu görebilin.

Sevgi dolu bir yıl sizin olsun.

22 Aralık 2010 Çarşamba

Günün Düşündürdükleri 22 Aralık 2010

Yönetemediğim, ama beni hep heyecanlandıran bir alışkanlığım var. Bilgi toplamak. Çocukken daha başedebildiğim bir özellikti. Ancak elektronik bilgi paylaşımı arttıkça iş çığrından çıktı, bende kendimi tutamaz bir şekilde bir heyecan denizi ve onun sonuçları içinde bir soluk alarak, bir boğularak ve sürekli yetişememe endişesiyle yaşıyorum.
Kitap satın almayı, eskiye göre zaptırapt (yani kontrol) altına aldım. Türkçe açıklaması şu: Yetişemesem dahi daha az kitap satın alıyorum. Ama hala kontrol edemediğim bir alan var. İnsanların bilgilerini paylaşmak için yayınladıkları  elektronik yayınlar. Onlarada yetişemiyorum. Ama mail kutusu kilitlenmesin diye, arada okuyup notlar çıkarıyorum ve sonra siliyorum. Bazen birikmişler temizleniyor, bazende geldiği gün okunuyor o bilgiler. Aynen bugün yaptığım gibi.
Louise Crooks, Keys to Clarity Coaching’in sahibi. Onun hazırladığı ve bugün gönderdiği yayından bir alıntıyı paylaşmak istedim: “O kadar çok, işe yaramayan, yapılmayan şeylere odaklanıyoruz ki, başarılarımızı, küçük olsun, büyük olsun, kutlamayı  unutuyoruz. En büyük hayallerimizi ve arzularımızı gerçekleştirmek istiyorsak, olumlu ve net bakış açımızı sahip çıkmalıyız.”Gerçekten, neden hep yapamadıklarımız, yetemediklerimiz, başaramadıklarımız vb.ye odaklanırız? Neden hep bu kriterlerle ölçeriz ve ölçülürüz? Değerlendirme kelimesini kullanabilmek isterdim, fakat yapılan bir ölçüm işlemi. Halbuki emin olun yapabildiklerimiz, başardıklarımız çok daha fazla. Öyle olmasa, odaklandığımız bunca olumsuz kritere rağmen hayatta kalamazdık, ayakta duramazdık.  Oysa biz ne yapıyoruz? Artılar hanesine hiç bakmıyoruz ve eksiler hanesinde olanlar için kendimizi ve çevremizi duygusal olarak var gücümüzle dövüyoruz.  Olan motivasyonumuzu da böylece kilit altına alıyor veya yokediyoruz. Ve bence , yaptığımız vakit kaybından başka bir şey değil. Yazık.
Marcus Buckingham ve Curt Coffman, yıllar once “First Break All the Rules” adlı bir kitap yayınlamışlardı. Benim aklımda bunca yıldır hiç çıkmayan özeti şuydu. İnsanların kişiliğinde olmayan bir özelliği yerine koyamazsınız. Dolayısı ile olan güçlü yönleri keşfetmek ve farklı kişilerin güçlü yönlerini birleştirerek verimli ekipler yaratmak. Yazarlar bu kanıya başarılı şirket ve yönetici uygulamalarını inceleyerek varmışlardı.
 Aynı fikri özel hayatımızda da kullanabileceğimizi düşünüyorum. Kişiliğimizin güçlü yönlerini tanırsak, o yönleri daha fazla geliştirme imkanını yaratabilmiş oluruz. Var olan ve olmayan özelliklerimizi farkedersek, olmayanı yerine koymak için debeleneceğimize, var olan ve gelişmesini istediğimize odaklanabiliriz. Kendimizle ilgili olumlu ve net/şeffaf bilgilere hakim olabiliriz. Hayatımızı yönetmeye çalışırken bu bilgiler inanın insan güç katıyor. Güven veriyor. Hayallerimizi gerçekleştirmek için güce ihtiyacımız var.
Ben hayallerimin peşinden gitmek istiyorum. Ya siz?

18 Aralık 2010 Cumartesi

Günün Düşündürdükleri18 Aralık 2010

Elif Şafak’ın Firarperest adlı son kitabı elimde. Kısa kısa yazılar, kendisi ile sohbetler. Yine muhteşem duru bir dil. İnanılmaz gözlemler, analizler. Yürekten yazılmış yazılar. Kendi içine yolculuğundan tatlar.  Her okuduğumda hayran kalıyorum duyguları bu kadar yoğun, aynı zamanda bu kadar yalın ifade edebilme becerisine.
Geçen ay gittiğim eğitimde günün konusu “farkındalık” idi. Yoğun çikolata kıvamında bir eğitimdi. Öğle arası İstiklal Caddesi’nde bir boy yürümek ihtiyacı hissettim. İki lokma yemek, sonra ver elini İstiklal Kitapevi. Kitap solumak hep iyi gelir. Kapıdan  girdim karşımda Elif Şafak’ın kitabı. Arkasına bakayım dedim. Yazanlar beni çarptı “İnsan ki eşrefi mahlukattır, içindeki semavi özü keşfetmekle yükümlüdür. Çıkacaksın yollara, kendine doğru git gidebildiğin kadar. Keşif boynumuzun borcudur. Kendimizi keşfetmek, aşkı keşfetmek, dünyayı keşfetmek, ötekini keşfetmek.....” Bunu okuyup da kitabı almamak mümkün mü? Tabii ki aldım. Kana kana su içer gibi, bir o kadar da sakin okuyorum. Hepinize öneririm.
Aklıma bu blog’u yazmaya niye başladığım geldi. Başlangıç hedefim zaten okuduğum kitapları paylaşmaktı.  Okuduklarımı paylaşmak hep istediğim bir şeydi. Arkadaşlarımla bir araya geldiğimde hep anlattım. En çok kitap hediye ettim. Ama bana hiç yetmedi. Sonra bir gün Seth Godin’in Tribes adlı kitabını okuyordum. Birden beynimde sanki bir ışık yandı. Blog yazmak. Her ne kadar blogumun içeriği ilk günden beri daha değişik seyrettiyse de, en azından beni heyecanlandıran şeyleri, ruhumda iz bırakan kitaplar dahil, paylaşmaya başladım. Ve yazmanın ne kadar hafifleten, özgürleştiren bir  işlevi olduğunu farkettim.  Uzun uzun yazmaya gerek yok. Yüreğime ve fikrime ne düşerse. Aynen hissettiğim ve düşündüğüm haliyle. Plansız. Yeterki içimi titretsin. O zaman başlıyorum yazmaya. Yeter ki ilk cümle istediğim gibi olsun. Sonrası akıyor. Hissettiğimde, hissettiğim gibi. Düşündüğümde düşündüğüm gibi.  Bu blogumun değişmez kişiliği olacak. 

15 Aralık 2010 Çarşamba

Günün Düşündürdükleri 15 Aralık 2010

Cappadocia is Cappadocia. Herşey bizim algılarımız ile şekilleniyor. Gerçek ne? Bizim, deneyimlerimiz ile yüklediğimiz anlam değil mi? Geçen gün bir eğitimde hoca” Kapadokya sizce nedir?” diye sordu. Hepimiz bize ne ifade ettiğini söyledik. Neredeyse birbirinin aynı anlamlı iki cevap çıkmadı. Kimisi gizemli dedi, bir arkadaşımız sıkıcı olduğunu söyledi. Benim için Kapadokya soğuk demek. Hoca, bu anlamları kafamızdaki kalıplar sonucu yüklediğimizi, Kapadokya’nın aynı ve tek Kapadokya olduğunu anlatmaya çalıştı. O günden beri bu gerçekliği çok şeyde görmeye başladım. Daha da güzeli, facebook’ta profilime yazdım ve arkadaşlarım bu gerçekliğe katkıda bulunmaya başladılar. Birisine dolunay, birisine sıcak şarabı çağrıştırıyor. Herkes deneyimi ile gerçeklerini şekillendiriyor.
Ama hocanın söylediği gibi “Cappadocia is Cappadocia”

11 Aralık 2010 Cumartesi

Günün Düşündürdükleri 11 Aralık 2010

İnsanın hissettikleri nasıl da anlık değişebiliyor. Dünden beri keyif içinde yaşayıp, “ana bir temam yok, ama ufak tefek, uçuşan anlarım var; onları yazayım” diyordum. Heyecanla kar yağmasını ve soğuk havayı bekliyordum.Gündemim bir deprem şiddetiyle değişti dostlar. Şimdi içim titriyor.
Az önce şunufarkettim. İçimizde hissettiğimiz huzur, hayata olumlu bakabilmek, mutluluk, içimize yolculuk derken bu yaşamı değerlendirmek için bir çok çaba içinde buluyoruz kendimizi. Ama yaralar tam iyileşmiyor. Sadece daha az acıtıyor. Çünkü o acıya takılmamak ve yıkılmamak için kendimizi güçlendiriyoruz. Acı dersen hala orada, daha az etkili ama orada. Ve bir an geliyor, hiç beklemediğin bir an, hatta alakasız bir an ve hoop başını çıkarıyor, “Sen çok uğraşıyorsun, ama buradayım ve gitmeyeceğim” diyor. İşte o anlarda canım çok yanıyor. Yanmasın diye bu kadar emek harcarken, daha da çok yanıyor.
Ben tek başıma çözemem ki. Payıma düşeni elimden geldiğince yapıyorum. Tek başına olmuyor. Karşı tarafında duyması hissetmesi gerekiyor. Sesimi duyurmak için uğraşıp uğraşıp duvara çarptıkça, bıraktım uğraşmayı. Uğraşmayı bırakmakta canımı acıtıyor. Güvenemeyeceklerine şimdiye kadar güvenmiş olmanın hayal kurmak ve polyannacılık olduğunu kabul etmekte canımı yakıyor. Canımın yanması kızgınlığımı arttırıyor. Canımı yakmalarına izin verdiğim için kendime kızgınlığım, duyarsız oldukları için onlara kızgınlığım. Ağlamaktan midem kasılıyor. Nefes alamıyorum.
Böyle anlarda etrafımdaki candan ve dürüst dostlara ve aile fertlerine sevgim ve saygım daha da çok artıyor. Ayıkladıklarımı iyiki ayıklamışım. Canımı yaksalar da hiç olmazsa görmüyorum. Beni sevenler benim için zaten çok değerliydi. Böyle anlarda değerleri daha da artıyor. “Çok özledim” diyen bir arkadaşın sesi dünyaya bedel oluyor. Aradığın ve sesindeki sevgiyi yansıttığın için sağol Pınar’cığım.
Kafanız karıştı ve ne olduğunu anlamadınız değil mi? Sözünü ettiğim kişi ne yazık ki babam. Kırkyılda bir arayınca görevini yapmış olacağını düşünen babam. Bu ilişki beni çok çok yoruyor. Babam söz konusu olduğunda kendimi çok kıymetsiz hissediyorum. Benim yaram hiç iyileşmeyecek gibi gözüküyor.

7 Aralık 2010 Salı

Günün Düşündürdükleri 07 Aralık 2010

Bugün telefonda mutlu bir çalışanla konuştum. Bu da mutluluk. Çünkü mutsuz çalışanlar ile iletişim beni o kadar yormuş ki, yorulmadan, kendiyle barışık bir ses duymak, aksaklığa ben daha rica etmeden çözüm önerileri sunmak ve aksaklığı çözmek için candan çaba harcamak büyük, hemde çok büyük mutluluk.
Ailece Dr. Back-up üyesiyiz. İlk üyelerden olduğumuz için de yıllık check-up hakkımız var. Biz bu hakkımızı Kerem’in İstanbul’da olduğu zamanlarda kullanmaya çalışıyoruz ki, raporun incelendiği ev ziyareti bir kere de sonlansın.
Bu yıl 25 Aralık’a organize etmeye çalıştım. Hem hepimizin (umarım) evde olacağı bir gün, hemde Rana’nın okulu yok. Görüntüleme Merkezi randevusunu sağolsun Dr. Back-Up’ta ki Vildan Hanım yaptı. Zaman kısıtlı olduğu için o sabaha Düzen laboratuarını da organize etmeliyiz. Programa bakıldı. Benim istediğim saat (sabah 07:30) dolu. Düzen laboratuarı’nda çalışan hanım daha ben rica etmeden, benim sözümü de kesmeden, sıkıntımı ve ihtiyaçlarımı sonuna kadar dinleyerek, 07:30 randevusu için o saatte gidilecek olan müşteri ile bağlantı kuracağını ve( benim için sorun haline gelme potansiyeli yüksek olan ) 07:30 da laboratuar görevlilerini bize yönlendirmeye çalışacağını söyledi. Bunu başardı da.
Burada önemli olan benim işimin halledilmiş olması değil. O, listenin en sonunda. En önemlisi sözümü kesmeden beni dinledi. Dinlediği için ihtiyacımı anladı. Sözümü kesmediği için ben derdimi kısa bir sürede anlatabildim ve rahatladım. Geçmişte hep hayatımı zorlaştırdığını düşündüğüm bir şey, keyif veren bir duruma dönüştü.
Böyle çalışanlar bulmak çok mu zor? Geçen haftalarda o kadar çok telefonda “ama beni dinlemiyorsunuz” dedim ki. Karşımdaki beni kendi hazırladığı cevaplarla değilde, benim söylediklerime, ihtiyacıma odaklanarak dinlese (yani gerçekten dinlese) bu hiç sevmediğim cümleyi kullanmayacağım. Ancak ne yazık ki şunu farkettim. Zaman ile ölçülen performans kaygısı, telefonla hizmet veren insanları eziyor. Ve bu kişilerin sesinde papağan gibi tekrarladıkları metinleri neredeyse hissetmediklerini duyuyorsunuz. Ben onu anlamadığım için beni azarlayan bir Avea çalışanı bile oldu. Halbuki benim müşteri olarak anlaşılmam gerekmiyor mu? Mutlu müşteri mi daha önemli, çok sayıda telefona cevap verip sorunları ‘sonuçlandırmak’mı? Müşteri olarak ben, beni duyan ve bana ihtiyaçlarımın önemli olduğunu hissetiren çalışanları tercih ederim. Beni mutlu müşteri yapan bu. Bunu da sanırım ancak mutlu çalışan gerçekleştirebilir.
Mutlu çalışan sayısını hep birlikte arttırabilmek dileği ile.

4 Aralık 2010 Cumartesi

Günün Düşündürdükleri 04 Aralık 2010

Mutluluk nedir?
Benim için şu anda içinde bulunduğum anın hissettirdikleri. Oğlumun sesi telefonda iyi geliyor. Kendinden memnun ve sesi gülüyor. Ailesine duyduğu sevgiyi paylaşmak için aklına fikirler geliyor.
Kızım şu anda odasında ders çalışıyor ve başarılı olmak istediğini kendine itiraf etmekten korkmuyor, bunun için çaba harcaması gerektiğini kabul etmiş. Hem uğraşıyor hem bu uğraştan mutlu.
Kocam söz verdiği bir sunum için Atatürk ile yaptığı araştırmayı toparlamanın hazzını, ortaya bir eser çıkarmanın keyfini yaşıyor ve duyduğu gurur sesine yansıyor.
Ben kendimle barışık, ruhumu doyuran bir Cumartesi yaşıyorum. 2 ders Tai Chi ve 1 ders yoganın verdiği haz ve enerji, arkadaşım ile içtiğimiz kahvede aynı dili konuşmanın tarif edilmez lezzeti, kitaplarımın dostluğu ve akşam gidilecek konserin merakı. Sıcak evimde oturuyorum. Hepimizin sağlığı iyi.
Mutluluğun tariflerinden biride bu değilse ne?